Skip to content
  • Ana Sayfa
  • Edebiyat
  • İçtimâî Mes’eleler
  • Politika
  • Târih
  • Hakkında
    • Neşir Prensipleri ve Kânûnî Îkaz
    • İrtibat
  • Search

Gökkubbemiz

-Medeniyetimize dâir-

Gökkubbemiz

-Medeniyetimize dâir-
  • Search
  • Ana Sayfa
  • Edebiyat
  • İçtimâî Mes’eleler
  • Politika
  • Târih
  • Hakkında
    • Neşir Prensipleri ve Kânûnî Îkaz
    • İrtibat
Ben ve Öteki

Seçimlere -eğer erken seçim olmazsa- yaklaşık bir yıl var. Bakın şöyle tartışma programlarına, sosyal medyaya hatta günlük hayatınıza tahammülsüzlük had safhaya çıkmış. Öç almaktan bahsedenler var. “Ölümüne ölümüne” naraları peşi sıra patlıyor. Sosyal medya trol ordularının savaşına sahne oluyor. Hani derler ya hava puslu kurtların vakti, peki o zaman av kim? Avın kim olduğunu anlayabildik mi? Milletin arasına adeta fay hattı çekmenin kime yararı var? Neticede demokrasimizin bir gereği olarak seçime gidilecek, halkın takdir ettikleri iktidara geçecek. Şimdi ben hangi taraftayım? “Öteki” hangi tarafta? Ben de öteki de aynı taraftayız. İkimiz de bu ülkenin vatandaşıyız. Hadi oradan diyenler olacaktır. İşte mücadele edeceklerimiz bunlardır. Benim politik tercihim bir istismar konusu değildir. Politik tercihim ülkemin kazanmasına hizmet edecektir. Ukrayna’dan alacak derslerimiz yok mu? Hadi siz Ukrayna’dakiler kurun sandığı seçim yapın. Meclisinizde tekme tokat dövüşsün vekilleriniz. Mümkün mü bugün bu? Bir şekilde düşman ülkenize nüfuz edecek yolu buldu. Rus bombaları ayırt ediyor mu sanıyoruz milliyetçiyle sosyal demokratı? Peki bu “Öteki” ile madem aynı taraftayız o zaman o da benim gibi düşünsün, nasıl olsa ülkenin yararını benim politik düşüncem daha önceliyor mu demek istiyoruz? İşte yakaladım seni istismarcı, sen bu ülkenin vatandaşı olma ortaklığımızı istismar edensin. Hep benim istediğim ses çıksın istiyorsun, demokrasiyi zerre kadar anlamamışsın. Sen tek partili otokrat bir yönetim istiyorsun. Kusura bakma biz demokrasiye geçeli çok oldu. Sana prim vermez bu millet. Öyleyse madem anlaştık “Öteki” ile , bu ülkenin vatandaşıyız ve politik tercihlerimiz farklı olsa da aynı taraftayız. Deneyin bakalım dışardakiler Türkiye’den bir şeyler koparmayı, hadi kalkın bakalım haklarımızı ihlal etmeye, gasp etmeye, yok saymaya. Ben ve “Öteki” bu coğrafyada çokça rastladıklarınızdan değiliz. Bildiririz haddinizi. Geçmiş için üzülmeye gerek yok. Bugünden başlayacağız ben ve “Öteki” el ele kendi politikamızı merkeze taşımaya. Tüm çabamız tüm politikalarımız ülkemiz için. İşte hedefimiz o dokuz bin dolarlardan otuz bin dolarlara eriştirmek kişi başına düşen milli geliri. Ülkemizi istikrarsızlaştırmaya yönelik ne kadar çaba varsa hepsiyle mücadele etmek. Müreffeh ve güvenli bir ülke inşa etmek. Ah bir fark etsek! Ömer Faruk Fidan Her hakkı mahfuzdur.  

Politika

Ben ve Öteki

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 22 Tem 2022
Hatâlar, hatâlar…

  Bundan evvel kaleme aldığımız ve burada Gökkubbemiz’de neşrettiğimiz muhtelif makâlelerde, eski harflerden yeni harflere çevrilen şiir kitaplarındaki okuma yanlışlarına işâret etmiş ve yeri geldiğinde de bunları misâllar vermek suretiyle göstermiş idik. Ne yazık ki hatâlar, okuma yanlışları bitmiyor ve bilhassa günümüzde bu şekilde neşredilen kitaplarda bir sürü yanlışlar her bir sayfada arz-ı endâm etmeye devam ediyor; yeri geldiğinde okuyan kimselerin tecennün derecesine varacak kadar sinir krizleri geçirmelerini mûcip oluyor. Daha evvelden de söylediğimiz gibi bu türlü okuma yanlışlarının en büyük iki sebebi hiç şüphe yok ki bilgisizlik ve dikkatsizliktir. Alâka sâhamız daha çok eski harflerden yeni harflere çevrilen dîvanlar ve diğer şiir kitapları olduğu için eğer bunların üzerinden konuşacak olursak bilhassa üzerinde çalışılan metne hâkim olmama bu türlü hatâlar zincirinin başlamasına sebep olmaktadır. Çalışılan metnin muhtevâsı, daha önceden yerleşmiş olan kelime kalıpları, şâirlerin duygularını, hayâllerini ifâde etmek için istifâde ettikleri mazmunlar dikkate alınmadığı için hatâ üzerine hatâ yapılmaktadır. Bütün bunların yanına bize şiirleri okumada en büyük yardımcı olan aruz vezninin bilinmemesi yâhut az bilinmesi de bu tür hatâlara düşmeyi kolaylaştıran âmillerden birisidir. Hakikaten vezne hâkim olan birisinin de bu tür hatâlar yapması mümkün olmakla berâber bilmeyen kimseler nazaran daha düşüktür. Bu bilgisizlik ve eksik bilginin yanına dikkatsizlik de eklenince bugün eski edebiyat ile alâkalı birçok kimsenin elinde olan neşir fâciası kitaplar meydana gelmektedir. *   Bundan daha evvel, “Geç Kalmış Bir Tenkit” isimli makâlemizde Ziyâ Paşa’nın ve “Bir Neşir Fâciası” isimli makâlemizde de Recâîzâde Mahmud Ekrem Bey’in yeni harfler ile bütün şiirlerini ihtivâ eden kitaplardaki fâhiş, kabul edilmez ve gülünç yanlışlardan bahsetmiş ve deryâdan bir katre kabîlinden olmak üzere bunlardan birkaç tane örnek vermek suretiyle bu yanlışların nasıl büyük yanlışlar olduğunu göstermeye çalışmıştık. Bu makâlemizde nazar-ı tenkid ile bakmak isteğimiz kitap, M. Kayahan Özgül Bey tarafından neşre hazırlanan ve Kitabevi Yayınları tarafından 2015 senesinde basılan Hersekli Ârif Hikmet Bey isimli kitaptır. Esâsen bu kitap müstakil bir kitap olmayıp Şiirin Hazanında Gazel Dökenler ismi verilmiş bir kitap serisi içerisinde ikinci kitap olarak neşredilmiştir. Bu kitap serisine dâhil şâirler, Yenişehirli Avnî Bey, Hersekli Ârif Hikmet Bey, Leskofçalı Gâlib Bey, Osman Nevres Efendi ve Muallim Nâcî olup hepsi de serinin isminden de anlaşılacağı üzere eski şiirin sona ermeye başladığı bir devirde eser vermiş, M. Kayahan Özgül Bey’in ta’biriyle şiirin hazanında gazel dökmüş kimselerdir. Evvelâ bu teşebbüsünden dolayı M.Kayahan Bey’i tebrik etmek lâzımdır. Hakikaten eski eserlerimizin bugün yeni harflerle ve güzel bir baskı kalitesi içerisinde neşredilmeleri oldukça mühimdir. Zîrâ bu hususta son yirmi yıldır güzel neşirler olmakla berâber oldukça geri kaldığımız bir gerçektir. Bugün büyük şâirlerimizin bile birçoğunun dîvânı tenkitli yahut kaliteli bir şekilde basılmamıştır.(1) Hâlbuki hudut komşumuz olan İranlıların Hâfız, Sa’dî, Hayyâm, Sâib gibi büyük şâirlerinin eserlerini ne kadar ciddi, kaliteli ve estetik bir şekilde bastıkları, hattâ bu eserleri büyük Garp dillerine tercüme bile ettikleri bu işler ile alâkalı kimselerin ma’lumudur. Ancak makâlemizin mevzuunu teşkil eden Hersekli Ârif Hikmet Bey isimli kitaptaki okuma yanlışlarının ne yazık ki doktor unvanlı bir akademisyene yakışmayacak kadar çok ve büyük olmaları, bu güzel teşebbüsün üzerine büyük bir gölge düşürmektedir. Aslında bu okuma yanlışları sâdece bu kitaba […]

Edebiyat

Hatâlar, hatâlar…

Yazarı: Ufuk Saz
Yayımlanmış 22 Nis 2022
Politika ve Değerler Sistemi

Politika ile değerler sisteminin bir münasebeti var mıdır? Politika deyince partiler, değerler sistemi deyince din mi aklınıza geliyor? Yoksa tartışmaya gerek yok paran kadarsın diyenlerden misiniz? Zaman zaman resmi merasimlerde görülür. Bir vazifeli çıkar ve x değerlerini korumaya yemin eder. İşte o korumaya yemin edilen değerler, insanların hayata bakışını ve yaşama üsluplarını şekillendiren en temel faktördür. Değerlerin politika ile münasebeti, meşru şiddet tekeline sahip gücün -ki bu umumiyetle devlettir- x değerlerini korumaya, geliştirmeye ve yaymaya talip olmasıyla başlar. Artık değerler felsefi boyutunun yanında politize de olmuştur. Amerikan değerleri, Sovyet değerleri, Batı değerleri, Doğu değerleri gibi kullanımlar ortaya çıkar. Devletleri temelde idari ve iktisadi olmak üzere iki sistem bazından tetkik edersek kabul edilen değerlere muvazi olarak devletler idari ve iktisadi sistemlerini belirginleştirirler. Mesela bir devlet liberal demokrasiyi benimsemişse iktisadi bakımdan da liberalizmden yana olacaktır. Bunun adına serbest piyasa yahud kapitalizm denir. Kapitalizmin bugün çok farklı türleri olduğundan liberal kapitalizm ile tarif etmek yerinde olacaktır. Eğer ki medyada gördüğümüz, kafamızı karıştıracak cinsten açıklamaların ve bilgi karmaşasının ötesinde düşünülürse politikayı anlamak çok kolay olacaktır çünkü devletlerin birbirleriyle mücadeleleri sistemlerini yaymak ve daha çok insanın kendi sistemleri içerisinde yaşamasını sağlamaya çalışmaktan ibarettir. Elbette bugünün dünyasında Batı’nın mutlak hakimiyeti ve Batı tipi küreselleşme ile dünyada alternatif değerler sistemi çok azalmıştır. Bu azalma alternatif değerler sistemi üzerine sistemlerini kuran ve işleten devletlerin mağlup olmalarıyla doğrudan alakalıdır.  Yakın tarihteki ABD-SSCB rekabeti teoride anlatılanın pratikte anlaşılması için imkan sunar. ABD idari bakımdan liberal demokrat, iktisadi bakımdan liberal kapitalisttir. SSCB idari bakımdan komünist, iktisadi bakımdan marksisttir. İki devlet de benimsedikleri sistemlerin vaaz edicisi ve lideridir. O tarihlerde her devlet, siyasetçi hatta sıradan vatandaş bu ayrımda bir taraf tutmaya mecbur kalmıştır çünkü iki türlü yaşama şekli vardır ve bunlardan biri tercih edilecektir. Üçüncü yol yoktur. Hatta bu yaşama şekli bahsinden askeri ittifaklar dahi açıklanır. Bir yanda liberal demokrasi ve kapitalizmi koruyan NATO, diğer yanda komünizm ve marksizmi koruyan Varşova Paktı. Askeri ittifaklar aslında ittifak üyesi devletin yaşama şeklini korumaktadır. Bakınız o devirde yaşanan hadiseleri mikro ölçüde bilmek yeterli değildir. Küba krizini, Prag baharını, diplomatik restleşmeleri, nükleer gerilimi, çeşitli ülkelerde meydana gelen darbeleri bilebilirsiniz. Makro ölçüde meseleyi anlamak bunun ötesinde ve çok daha mühimdir. Türkiye bu meselede Cumhuriyet ile birlikte yönünü Batı’ya çevirmiş, liberalizmi ve demokrasiyi benimsemiştir. Zaman içerisinde NATO üyesi olmuştur. O zaman Türkiye’nin tarafı bellidir. Liberal demokrasi ve liberal kapitalizmin koruyucusu olan ittifakın üyesidir. Yani bu değerleri benimsemenin yanında koruyuculuğuna da soyunmuştur. Halen işletilen AB üyelik müzakereleri ile NATO’nun yanında AB’ye de üye olmayı hedeflemektedir. Hal böyleyken NATO’yu sadece askeri bir ittifak zanneden birtakım kişiler NATO’nun iki yüzlülüğünden bahseder oldular. NATO üyesi olup S-400 alabileceğimizi zannettiler. ABD yaptırım uygulayınca F-35 kötüydü zaten SU-57 alırız noktasına geldiler. Neyse ki Türkiye bu son hataya düşmedi. Bakınız eğer ki siz NATO üyesiyseniz liberal demokrasi ve liberal kapitalizme bağlılığınızı ve bu sistemleri koruyacağınızı vadetmişsinizdir. Bunun yanında NATO’nun tehdit dokümanını kabul edersiniz. NATO’nun tehdit dokümanı Rusya’yı düşman kabul ediyorsa politikanızı buna uydurursunuz. Stratejik düzeydeki ekipmanlarınızı NATO ülkelerinden temin edersiniz. İşin tabiatı da buna uygundur. NATO ülkelerinin ürettiği ekipman Rusya’ya karşı üretilmiştir. Rusya’nınkiler de  NATO’ya […]

Politika

Politika ve Değerler Sistemi

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 12 Nis 2022

Ukrayna krizinde bir ayı devirdik. Gelinen nokta nedir? Dünya neden bu kadar gerildi? Meseleyi hakkıyla konuşabildik mi? Krizi öteden beri Ukrayna-Rusya çatışması olarak değerlendirenler oldu. Halbuki gerilim NATO-Rusya arasındaydı. Hatırlayalım, 18 Ekim 2021’de Rusya Moskova’daki NATO irtibat bürosunu kapatmıştı. Batı medyası NATO ile Rusya arasında köprülerin atıldığına dair haberler yaptı.  O günden bu güne taraflar sertleşti. Belarus-Polonya arasındaki mülteci krizi baş gösterdi. Yeni yıla Kazakistan’daki kargaşayla başlandı. Mana verilemedi. Günlük hadiselermiş gibi bakıldı. Ne zamanki Ukrayna-Rusya hududuna ordular yığıldı. Savaş tamtamları o zaman çalınmaya başlandı. Türk kamuoyunda sayın Tokmakoğlu hariç doyurucu açıklamalar görülemedi. Tokmakoğlu’nun ifadesiyle bir büyük kırılmaya doğru gidildi. Soğuk Savaş’tan sonra tarihin sonunun geldiği ifade edildi ve Rusya Batı ile diyaloğa girdi. Bir dönem NATO’ya davet edilmesi tartışıldı. SSCB nüfuzunda sayılan ülkeler birer birer Batı sistemine entegre oldu. Bu müddet zarfında Rusya toparlandı. 2008 NATO Bükreş Zirvesi’nde Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya katılabileceği söylendi. Rusya buna sert tepki gösterdi. Eğer iki ülkenin üyelikleri gerçekleşebilseydi Karadeniz’in bir NATO gölüne dönmesi ve Rusya’nın çepeçevre sarılması mümkün olacaktı. Bu Rusya’nın savunulmasını büyük ölçüde zorlaştıracaktı. Bükreş Zirvesi’nden dört ay kadar sonra Rusya Gürcistan’a müdahale etti. Abhazya ve Güney Osetya Gürcistan’dan koparıldı. Aslında bu strateji bir noktada NATO’nun elini kolunu bağlamak demekti çünkü eğer Gürcistan NATO’ya girerse 5. madde gereği NATO, Rusya ile savaşa girmiş olacaktı. Ukrayna’da ise 2012’de Rus yanlısı Yanukoviç seçildi. 2013 Kasım’ında imzalanmaya hazır olan AB Ortaklık Anlaşmasını imzalamayı reddetti. Bu noktada Rusya ile sıkı münasebetleri olan oligarkların çıkarlarının zarar görmesi söz konusuydu. Protestolar patlak verdi ve Yanukoviç 2014 Şubat’ında Rusya’ya kaçana dek sürdü. Bu tarihlerde Ukrayna ABD, AB ve Rusya’nın gri bölge operasyonlarına maruz kaldı. Batı tarafı protestolarla yani yumuşak güçle ülkenin yönünü tayin etmek isterken Rusya daha komplike bir plan uyguladı. Maskeli Rus askerleri hükumet binalarını işgal ettiler. Bölgede yaşayan etnik Ruslar silahlandırıldı. Jet hızıyla Kırım ilhak edildi. Donbas’ta çatışmalar çıktı ve bölge fiilen Rus kontrolüne geçti. Bugünki duruma gelindi. Putin geçenlerde ifade etti. Ukrayna NATO’ya girerse Kırım ve Donbas için ittifak 5. maddeyi işletmek durumunda kalacak. Bizimle savaş mı istiyorsunuz mealinde konuştu. Bakınız Ukrayna’nın gri bölgede kalması ve büyük güçlerin satrancının meydanı olması hepimize ders olmalıdır. Kazanan kimdir? Ülkeniz işgale uğramış, binlerce ölü ve yaralınız var, ticaretiniz durmuş, savunma harcamalarına milyarlarca dolar ayırmak mecburiyetindesiniz. Bu tabloda Ukrayna’nın kazanmadığı kesindir. Türkiye’de maksatlı ya da maksatsız NATO’dan çıkalım diyenler var. NATO’dan çıkmış bir Türkiye ne yapacak? Avrasyacılık yoluna mı gidecek? Bu yola gidecekse bundan menfaati ne? Bu tartışmaların yapılması bile tehlikelidir. Tarafların stratejilerini ifade edelim. Rusya SSCB nüfuz alanında tekrar etkin olmak istemektedir. Kırım Rus toprağı olarak kalmalıdır. Belarus’tan Ukrayna ve Gürcistan’a kadar güvenli bir hat tesis edilmelidir. AB Avrupa’nın güvenliğinin sağlanmasını talep etmektedir. Ukrayna’nın AB ile entegrasyonunu destelemektedir. Savaş yerine diplomasi kanalları ile krizin çözülmesini istemektedir. ABD Ukrayna’nın korunması için askeri tedbirleri almaktadır. Rus saldırısı ihtimali kalktığında Ukrayna’yı NATO üyesi yapmak istemektedir. Şimdi medyadaki o çoğu propaganda ve yanıltma bahsiyle servis edilen haberleri ve iddiaları bir kenara koyalım. Hatırlayın birinci ağızdan Olimpiyatlar sırasında işgal başlayacak dendi, 15-16 Şubat tarihleri verildi. Batı medyası yaygara kopardı. Bugün 17 Şubat ortada bir […]

Politika

Ukrayna’da ABD-Rusya Mutabakatı

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 17 Şub 2022
Yahyâ Kemâl Müzesi’ni Ziyâret ve Bazı Düşünceler

  Bundan üç yıl evvel, lise tahsilimi tamamladıktan sonra 2018 senesinin Temmuz ayında açıklanan üniversite imtihanları neticesinde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmeye hak kazanmış ve birkaç ay sonra ekim ayında on bir yıldır yaşadığım şehir olan Amasya’yı ve âilemi geride bırakarak üniversite tahsiline başlamak maksadıyla İstanbul’a gelmiştim. Bu, aslında İstanbul’a ilk gelişim değildi. Bundan önce birçok defa yaz tatillerinde ve fırsat buldukça İstanbul’a gelmiş ve birçok târihî ve görülmeye lâyık mekânları gezme imkânım olmuştu. Ancak bütün bu seyahatlerde kaldığım günlerin müddeti bir ayı geçmiyordu ve ben en sonunda Amasya’ya geri dönüyordum. Hâlbuki bu gelişim böyle değildi. Artık bir senenin neredeyse tamâmını bu şehirde geçirecektim. Onun kışını da yazını da görecek, her türlü zorluklarıyla karşı karşıya kalacak, onunla baş etmeye çalışacak, hülâsa onunla yaşayacaktım. İlâveten İstanbul’da üniversite okumanın nasıl bir şey olduğu hakkında da neredeyse hiçbir bilgim yoktu. Bu yüzden fevkalâde heyecanlıydım. İstiyordum ki burada kaldığım zaman içerisinde sâdece fakülteden eve gidip gelmeyeyim; İstanbul’un daha önce görmediğim veya tekrar görmek istediğim yerlerini de ziyâret edeyim; İstanbul’u hissedeyim. Ancak geldikten neredeyse bir ay sonra, şehrin karmaşası ve ilk defa görmeye başladığım hukuk derslerinin ağırlığı içinde bu istediğim şeyin kolay kolay yapılabilecek bir şey olmadığına kanâat getirdim. Ancak buna rağmen fırsat buldukça şehir içinde küçük seyâhatler yapmaktan da geri kalmıyordum. İlâveten talebesi olduğum üniversitenin, Beyazıt gibi eski bir muhitte birçok târihî eser tarafından kuşatılmış bir hâlde olması, her gün istemesem de küçük bir târih tünelinin içinden geçmemi sağlıyordu. Meselâ havanın güzel ve yumuşak olduğu bazı zamanlar, akşamları işlerimi halledip fakülteden çıktıktan sonra tramvaya binmek yerine Dîvan Yolu tarikiyle Eminönü’ne kadar yürür, bu sâyede de birçok eski eser ile temas etme fırsatı bulurdum. Evvelâ İstanbul Üniversitesi’nin ihtişamlı ve hakikaten de fevkalâde san’atlı olan meşhur kapısından çıkar, Beyazıt Câmii’nin yanından geçerek Sahaflar Çarşısı’na uğrardım. Daha sonra Dîvan Yolu’na çıkar, Çorlulu Ali Paşa Câmii, Atik Ali Paşa Câmii, Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, Çemberlitaş, Sultan İkinci Mahmut Türbesi, Firuz Ağa Câmii, Sultanahmet ve Ayasofya Meydanı, Bâb-ı Âlî, Gülhâne Parkı ve Sirkeci Garı başta olmak üzere bu türlü mühim ve kıymetli eserlerin arasından geçerek Eminönü’ne gelir ve Kadıköy vapuruna binerdim. Bazen bu eserlerin arasına Kapalıçarşı ve Nuruosmâniye Câmii gibi başka mühim âbideler de katılır ve kat’ ettiğim yol biraz daha revnak bulurdu.   Bu kısa ancak târihî ve güzel yürüyüşler sırasında tesâdüf ettiğim eserlerden birisi de Beyazıt Meydanı’ndan birazcık ileride olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi içerinde teessüs etmiş İstanbul Fetih Cemiyeti ve Yahyâ Kemâl Müzesi idi. Bu medresenin önünden geçerken gözüm mutlaka kapısı üzerindeki ta’lik hat ile yazılmış kitâbeye takılır, bu sırada duvarda asılı olan “Yahyâ Kemâl Müzesi” tabelası da dikkatimi çekerdi. Ancak Yahyâ Kemâl’i edebiyat derslerinden ve Sessiz Gemi gibi oldukça meşhur şiirlerinden ismen de olsa tanıyor olmama ve İstanbul’a duyduğu sevgi sebebiyle de ona karşı belli belirsiz bir muhabbet beslememe rağmen bir kere bile bu medresenin kapısından içeri girmek ve müzeyi ziyâret etmek gibi bir şey aklıma gelmedi. Zîrâ o zamanlar, henüz daha azîz hocam Nihad Sâmi Banarlı’yı tanımamıştım. Bu yüzden de bir sarhoş gibi etrâfımda olan şeylerin hakikî kıymetlerinden gâfil bir şekilde dolanıyor ve […]

Edebiyat

Yahyâ Kemâl Müzesi’ni Ziyâret ve Bazı Düşünceler

Yazarı: Ufuk Saz
Yayımlanmış 15 Eki 2021
Terör Teşkîlâtı Îmâli ve ISKP

  Kabil 26 Ağustos günü patlamalarla sarsıldı. Bu patlamalar esasında bir terör teşkilatının tüm dünyaya tanıtılmasının galasıydı. Tam da tüm dünya gözünü Afganistan’a dikmişken tahliyelelerin bitmesine birkaç gün kalmışken yine o bildik Afganistan sahnesi herkesin zihninde canlandı. Canlı bombalar, etrafa dağılmış insan parçaları, feryatlar, kan ve gözyaşı… Onlarca ölü ve yaralı haberleri son dakika olarak bildirildi.  Medya patlamanın görüntülerini aralıksız veriyordu. Herkes faili merak ediyordu. Öyle ya Taliban Afganistan’ı ele geçirmişti. Amerikalılar çekiliyordu. Merkezi hükümet herhangi bir mukavemet göstermeden idareyi devretmişti. Peki o zaman kim bu saldırıyı yapmıştı. Cevap yine medyadan tüm dünyaya ilan edildi: ISKP.   ISKP İngilizce açılımıyla The Islamic State in Khorasan Province demek. Türkçe manasıyla İslam Devleti Horasan Vilayeti. Çok çeşitli kısaltma ve adlarla kullanımı mevcut. Bazıları şunlar; ISIS-K, ISK, DAEŞ-Horasan, IŞİD-H. İşin özü o Irak ve Suriye’den tanıdığımız IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) terör teşkilatının Horasan kolu. ISKP’nin kuruluşundan, eleman sayısından, Afganistan’da kontrol ettiği yerleşim yerlerinden bahsedelim ve yazıyı bitirelim. Herkesin yaptığı gibi, bizden istedikleri gibi. Mesela bir kere şunu soralım bu terör teşkilatları nasıl ve niçin ortaya çıkar? Ortaya çıkışları tesadüf mü? Terörün manası ne, ondan beklenenler neler? Yarın Türkiye’de bir bomba patlasa ve biz “The Islamic State in Anatolia Province”ız deseler ne diyeceğiz?   Ülkemde bu soruları sormanın komplo teorisyenliğiyle eş değer olduğunu biliyorum ama yine de düşünmekten vazgeçemiyorum. Ekranda gördüklerim ile aslında olanlar arasında o kadar büyük tenakuzlar bulunuyor ki aklımın bu kadar hafife alınması beni rahatsız ediyor. Kim bilir beni yazmaya sevk eden de belki bu rahatsızlıktır.   Meselelelerin anlaşılabilmesi için geçmişe gidelim. 1978’de Afganistan’da darbeyle komünist bir idare kuruldu. Bu komünist idareye karşı ayaklanmalar çıktı. 1979’da Afgan hükümetinin isteğiyle Sovyetler Afganistan’a müdahale etti. Sovyet güçleriyle savaşan Afgan mücahitler “Operation Cyclone” ile 1979’dan 1989’a kadar ABD tarafından desteklendi. Bu destek eğitim, para ve silah içeriyordu. Eğitimler Pakistan istihbaratı ve ordusu aracılığıyla verildi. Afganların yanında gönüllü Araplar da eğitildi. İşte dünyanın başına bela olacak terör teşkilatları El-Kaide ve Taliban o tarihlerde eğitilen milislerden kuruldu. Tabi daha sonra bu teşkilatlar ve ideolojileri dünyanın dört bir yanına yayıldı. IŞİD, Boko Haram, El Nusra, Eş Şebab gibi yerel çapta faaliyet gösteren bağlı terör teşkilatları kuruldu.   ABD Sovyetler’in dağılmasıyla (belki de kendini feshetmesiyle!) kendini tek kutuplu dünyanın lideri olarak buldu ancak ABD dünyayı idare edebilmek için dün nasıl Sovyetler’e ihtiyaç duyduysa o gün de yeni bir düşmana ihtiyaç duydu. Elbette ortada ABD’ye rakip olacak ne devlet ne de devlet dışı bir aktör vardı. Öyleyse bunu yaratmak gerekiyordu. Önce oluşturulacak yeni düzenin teorik altyapısı sağlanmalıydı. Bunun için Samuel Huntington’un 1993 yılında meşhur Foreign Affairs dergisinde çıkan makalesi yeterli oldu. Daha sonra Huntington çalışmalarını zenginleştirdi ve 1996 yılında kitap haline getirdi. Huntington’un makalesinde işlediği tez “Medeniyetler Çatışması”ydı. Bu teze göre Soğuk Savaş sonrası devirde milletlerarası münasebetlerde belirleyici olan siyasi ve iktisadi fikirler değil medeniyetler olacaktır. Huntington çalışmasında dünyayı kendince medeniyetlere ayırıyor ve mücadelenin bu bloklar arasında yaşanacağından bahsediyordu. Elbette Medeniyetler Çatışması denince ABD’nin düşünülmesini istediği şey Garp ve İslam arasındaki çatışmaydı. Bu çatışmanın tarihi kökenleri yok değildi ancak söz gelişi Haçlı Seferleri zamanında bile savaşların asıl sebebinin siyasi […]

Politika

Terör Teşkilatı İmali ve ISKP

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 4 Eyl 2021
Nazîre ve Fuzûlî ile Nedîm’in İki Gazeli

  Dîvan edebiyâtı yâhut İslâm medeniyeti içerisinde inkişâf eden yüksek zümre edebiyâtı, Tanzîmat devrinden Cumhuriyet devrine kadar zaman zaman tenkit oklarının hedefi olmuştur. Başta Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa, Recâizâde Mahmud Ekrem olmak üzere birçok edebiyatçı, dilinin birçok Farsça ve Arapça kelime ihtivâ ettiğini, şâirlerin mütemâdiyen içki, meyhâne ve sevgiliden bahsettiğini, gerçek hayattan ve cemiyetten kopuk olduğunu ve birçok şâirin söz san’atları için ma’nâyı fedâ ettiğini söyleyerek onu şiddetli bir şekilde tenkit etmiştir. Bu tenkitlerin bir kısmı, Garp medeniyetinin dâhilinde doğmaya başlayan yeni edebiyâtı ve yeni dünyâ görüşünü yerleştirmek maksadıyla tevcih edildiği için ilmîlikten ve mantıktan mahrum olsalar da tamâmen yanlış ve hakikatten uzak değillerdir; içlerinde hiç şüphe yok ki doğru hükümler de vardır.   Dîvan edebiyâtını tenkit eden edebiyatçıların ona tevcih ettikleri tenkit oklarından bir tânesi de onun orijinallikten mahrum ve tamâmen taklide dayalı bir edebiyat olduğu iddiâsıdır. Onlara göre dîvan edebiyâtı tamâmiye İran edebiyâtını taklit ederek teessüs etmiş bir edebiyattır ve şâirler, asırlar boyunca nazirelerle birbirlerinin söylediklerini farklı şekilde ifâde etmeyi tercih etmişler; farklı bir eser vücuda getirememişlerdir. Bu iddiâ, umumi vechesiyle doğru olmakla berâber elbette ki eksiktir ve îzâha muhtaçtır.   Evvelâ şunu söylemek gerekir ki Türk dîvan edebiyâtı, gerçekten de İran edebiyâtının taklit edilmesi suretiyle meydana gelmiş bir edebiyattır ve bu gâyet de tabîîdir. Zîrâ İslâm dinini umumiyetle İranlı müderrisler vâsıtasıyla öğrenen Türkler, onlardan sâdece dini değil, İran dilini, şiirini, mûsikîsini, tek kelimeyle İran kültürünü de öğrenmişlerdir. Bir müddet yeni bir edebiyat vücuda getirmeyen Türkler, bu medeniyetin te’siriyle eserler vermeye başladıklarında karşılarında Rûdekî, Firdevsî, Sa’dî-i Şîrâzî, Mevlânâ, Hâfız-ı Şîrâzî ve Hayyam gibi büyük isimleri yetiştirmiş İran edebiyâtını buldular ve onu kendileri için örnek kabul ettiler. O devir için bundan daha tabîî bir şey olamazdı. Bu taklit, bir müddet sonra büyük ölçüde terk edilmiş ve millî hususiyetleri hâiz bir edebiyat vücuda gelmiştir. Ancak ne yazık ki kullandığı dil Arapça ve bilhassa Farsça ile olan yakın münâsebetini hiçbir zaman terk edememiş, bu yüzden de taklit ithamından kurtulamamıştır.   Şâirlerin asırlar boyunca birbirlerini taklit ettikleri iddiâsına gelince bu iddiâ da umumî vechesiyle doğru olmakla berâber eksiktir. Bu eksiklik, nazire mefhumunun ne olduğunun anlaşılması ile kapatılabilir. Bir edebiyat ıstılâhı olarak nazîre, herhangi tanınmış bir şâirin gönüllere hoş gelip, dudaklarda dolaşan bir şiirine çok benzer, bir başka şiir söylemektir;(1) şâirin, beğendiği bir şiiri aynı vezin ve kâfiye ile tekrar yazarak yeni bir şiir vücuda getirmesidir. Nazîre, ikinci ve üçüncü sınıf şâirler elinde gerçekten bir taklit vâsıtasına dönüşmüştür, bu yüzden hemen hemen aynı şeyi ifâde eden birçok şiir meydana gelmiştir. Ancak birinci sınıf şâirler elinde bir “bütünleyiş”tir; kısaca: “Bu şiir, öyle söylenmek, böyle söylenir!” mâhiyetinde bir “iddiâ”dır.(2) Usta şâirlerin nazîreleri, diğerleri gibi taklitten ibâret değildir. Meselâ gerek Arap gerek İran gerekse Türk edebiyâtında birçok Leylâ ve Mecnun mesnevisi yazılmıştır. Ancak Fuzûlî’nin bunlara cevâben yazdığı mesnevi, taklit denilemeyecek kadar güzeldir. Bu yüzden nazîre denilince akla sâdece taklit gelmemelidir. İlâveten nazîre yazmak, yeni şâirler için de bir nev’i mektep vazifesi de görmüştür. Şiire heveskâr gençler, usta şâirlere nazîreler yazarak kendilerini geliştirme fırsatı bulmuşlardır. Üstad Yahyâ Kemâl, hâtıralarında gençliğinde Muallim Nâcî’nin gazellerini tahmis ve tanzir ettiğini […]

Edebiyat

Nazîre ve Fuzûlî ile Nedîm’in İki Gazeli

Yazarı: Ufuk Saz
Yayımlanmış 1 Eyl 2021
Açık Kaynak İstihbaratı The Good Shepherd Örneği

  Açık kaynak istihbaratı -İngilizce karşılığıyla open source intelligence (OSINT)- belli bir gayeye yönelik olarak herhangi bir gizliliği bulunmayan, umumi efkara açık kaynakların taranmasıyla ele geçen verilerin kıymetlendirilmesi yoluyla elde edilen istihbarat çeşididir. OSINT, internetin ortaya çıkması ve enformasyon çağına geçilmesiyle birlikte ehemmiyet kazanmıştır. Çeşitli kaynaklarda OSINT metoduyla elde edilen istihbaratın toplam istihbarat içerisindeki payı %80-90 arasında ifade edilmektedir. Bu nispet, bilhassa halk arasında kapalı ve sırlarla dolu olarak bilinen ve yer yer James Bond filmleriyle karıştırılan istihbarat dünyasının aslında hiç de öyle olmadığının delilidir. Günümüz dünyasında istihbarat, sırların peşinde koşmaktan çok var olan verinin analiziyle alakadar olmaktadır. OSINT kaynakları gazete, mecmua, televizyon, radyo, internet, sosyal medya, röportaj, konferans, blog olarak sıralanabilir. Şu an okuduğunuz bu yazı ve blog da OSINT için bir kaynaktır. Aslında herkes farkında olarak ya da olmayarak OSINT yapar. Söz gelişi tarayıcınıza Ömer Faruk Fidan ismini yazarsanız yaşıma, fotoğraflarıma, e-posta adresime, eğitim gördüğüm okula, işime, sosyal medya hesaplarıma hatta tuttuğum takıma bile ulaşabilirsiniz. Bu verileri de belli bir gaye istikametinde kıymetlendirdiniz mi temel seviyede de olsa OSINT yapmış olursunuz.   Bugün bahsedeceğim OSINT örneğine rastgele film izlerken rastladım. Filmin orijinal adı The Good Shepherd. Türkçe ismiyle “Kirli Sırlar”. Film 2006 yapım, yönetmeni ve yapımcısı ünlü aktör Robert De Niro. Başrollerinde Matt Damon ve Angeline Jolie oynuyor. Filmde CIA’nin öncüsü mevkiindeki OSS’in (Office of Strategic Service) kuruluşu, CIA’e dönüşümü ve CIA İstihbarata Karşı Koyma Bölümü’nün hikayesinden bahsediliyor. Film gerçek kişi ve hadiselere dayanarak kurgulanmış. Bu yönden yarı film yarı belgesel bir havası var. Filmin hikayesi Yale Üniversitesi edebiyat bölümünün çalışkan talebesi Edward Wilson’ın -gerçek hayattaki karşılığı James Jesus Angleton- General William Sullivan’ın -gerçek hayattaki karşılığı William Donovan- teklifiyle OSS’ye katılmasıyla başlıyor. Filmde Allen Dulles, Kim Philby, Jacoba Arbenz Guzman, Fidel Castro gibi tarihi şahsiyetler, Domuzlar Körfezi Çıkarması, 1954 Guatemala darbesi gibi hadiseler geçiyor.   Filmin iki ile beşinci dakikaları arasında -tarih bu arada 16 Nisan 1961 yani Domuzlar Körfezi Çıkarması’ndan bir gün önce- Edward Wilson evinden çıkıp otobüse biniyor. Otobüste bir kadın, küçük bir çocuk aracılığıyla bir dolarlık banknotu bozduruyor ve banknotu Wilson’un almasını sağlıyor. Wilson karşılığında çocuğa bozukluk bir dolar veriyor. Wilson CIA merkezindeki bürosuna geliyor ve aldığı banknotu bürosundaki vazifeliye veriyor. Bu arada bürodaki vazifelinin elinde Wall Street’teki dostlardan geldiğini söylediği çanta dolusu para göze çarpıyor. Muhtemelen Domuzlar Körfezi Operasyonu için kullanılacak paraydı. Vazifeli bir kasa açıyor ve kasadan seri numarası ve kod ad şeklinde sütunlara bölünmüş bir kağıt çıkarıyor. Elinde tuttuğu banknotun seri numarasının karşısında kardinal yazıyor. Vazifeli kardinal ile bağlantılı olduğunu söylüyor ve sahne bitiyor. 3.57’deki bu sahnenin görüntüsünü aşağıya koyuyorum. Görüntüde yine kod adlar dikkati çekiyor. Bunların Hıristiyanlık dininde yer alan bir takım dini vazifelilerin isimleri olduğu göze çarpıyor. Söz gelişi sırasıyla bishop ve priest, psikopos ve rahip demek.   Sanırım 15 Temmuz’u yaşamış herkesin aklına aynı şey geldi. Bu FETÖ terör teşkilatının kullandığı metod değil mi? Onların kullandığı kod isimler de imam, hoca, molla, abi vs. şeklinde gidiyor. Tabi FETÖ mensuplarının cüzdanlarında bulunan bir dolarların sırrı darbe teşebbüsünden sonra merak edilmiş ve 2 Ağustos 2016’da basınımızda yer alan haberlere göre sır […]

Politika

Açık Kaynak İstihbaratı: The Good Shepherd Örneği

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 16 Ağu 2021
Mülteci Krizi

  Bundan yaklaşık üç sene evvel -liseyi bitirmemi müteakiben- yaz günlerinin birinde hem harçlığımı çıkartmak hem de bilinmeyene yolculuk yapmak için arkadaşımla beraber Çorum’da bir eve misafir olduk. Misafir olduğumuz evin yaşıtım olan bir çocuğu vardı ve onunla daha önce tanışıyorduk. Beraber gittiğimiz arkadaşım evin çocuğuyla aynı liseden arkadaştı ve bana nazaran daha samimiydi. Ev her Anadolu köyünde rastlayabileceğiniz tarzda planlanmıştı. Büyükçe bir ağıl, kümesler, mahsulü işlemek için bir depo ve ne işe yaradığı hakkında fikrimin olmadığı daha birçok şey. Köyün -hafızam yanıltmıyorsa- yaklaşık üç km uzağında, yine aynı aileye ait iki katlı bir tarlanın ortasına kurulmuş ve sonradan hayvanların gecelemesi için yapıldığını öğrendiğim bir ağıl ev bulunuyordu. Bu tarz yerleşimlerin alt katı ağıl olurken üst katta çoban için bir oda yapılıyormuş. Vazifemiz öncelikli olarak birkaç gün içinde kurbanlık satışı için İstanbul’a gidecek yaklaşık 150 küçükbaş hayvanı kırkmaktı. Bunun yanında tarla işleri için de yardım edecektik.   İşte böyle bir ortamda hayatımda ilk defa kendi yaşıtım olan bir mülteciyle birkaç gün de olsa zaman geçirme fırsatı buldum. Bu kişi evin çobanı Gafur’du. Çat pat Türkçesiyle bana hikayesini anlattı. Gafur Afganistan’dan Türkiye’ye -dile kolay- yürüyerek gelmiş. Huduttan yakalanmadan geçmiş, herhangi bir kaydı yok. Bu evde çobanlık yaparak aylık bin beş yüz TL kazanıyormuş. Yukarıda bahsettiğim ağıl evde kalıyor ancak çoban olduğu için çoğu zaman bir ağacın dibinde uyukluyormuş. Kazandığının çok büyük bir kısmını Afganistan’daki ailesine yolladığını söyledi. Az kazandığının farkındaydı ve yakında Ankara’da otelde çalışan Afgan arkadaşlarının yanına gideceğinden bahsetmişti. Üstündeki elbiseler dökülüyordu ve iyi beslenmediği belli oluyordu. Yine de mutlu ve umutluydu. Ona, yanımda verebileceğim hiçbir şey olmadığından -normalde hakaret kabul edilir- diş fırçamı vermiştim. O ise büyük samimiyetle elimi sıkmış ve birkaç defa “kullanılmış diş fırçası” için teşekkür etmişti. Yaşadığım bu tecrübe bende gelgitlere sebep olmuş vicdanım acıma duyguları içindeyken, aklım da bir yabancının hudutlardan nasıl geçebildiğini düşünmeye koyulmuştu. *   Öncelikle belirtmeliyim ki bu insanları tanımlarken kullandığımız mülteci kelimesi günlük kullanımda doğru olsa da hukuki olarak yanlıştır çünkü ülkemizdeki muhacirlerin çok büyük bir kısmı geçici koruma statüsünde kabul edilmektedir. Az bir kısmı milletlerarası korumaya sahipken mülteci statüsünde sadece 28 kişi bulunmaktadır. Bu meseleyle ilgili Göç İdaresi Genel Müdür Yardımcısı Ok’un şöyle bir beyanatı var: “Suriyelilere mülteci statüsü vermiyoruz çünkü onlar bize iltica etmediler. Zorla yerlerinden edindikleri için onlara geçici koruma statüsü veriyoruz.”(1)   Kanunlarımıza göre geçici koruma statüsünde bulunan mülteciler, ülkemize gelmelerine sebep olan karışıklık biter bitmez -ki Suriyeliler için bu savaştır- statülerini kaybederler ve geldikleri yere geri dönerler. Efkarıumumiyenin malumu olan görüntülerde Suriyelilerin bayram ziyareti için ülkelerine gittikleri ve daha sonra tekrar Türkiye’ye geri döndükleri görülmektedir. Eğer bir yere bayram ziyareti için gidilebiliyorsa orada temelli yaşanabilir. Hiçbir ülke böyle bir saçmalığa izin vermez. Bugün Suriye’nin şimal mıntıkalarında Türkiye’nin kontrolünde emniyetli sahalar ihdas edilmiştir. Kanuna muvafık olan Suriyelilerin o emniyetli sahalara gönderilmesidir.   Türkiye’de kaç mülteci olduğu hakkında birbiriyle uyuşmayan çeşitli rakamlar bulunuyor. Elbette rakamların farklılığında mültecileri kayıt altına almanın zorluğu yatıyor. Biz yine Göç İdaresi Genel Müdür Yardımcısı Ok’un sözlerine kulak verelim. Ok’un açıklamalarına göre Türkiye’de 3,6 milyonu Suriyeli olmak üzere 5,5 milyon yabancı bulunuyor, bunun yanında […]

Politika

Mülteci Krizi

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 4 Ağu 2021
Devletin Derinliği

  Son günlerde Türkiye’de derin devlet üzerine münakaşaların yapıldığı görülüyor. Münakaşaların başlangıcı organize suç teşkilatı lideri Sedat Peker’in seri halinde yayımladığı ifşa videolarına dayanıyor. İlk videonun yayımlandığı 2 Mayıs’tan bu yana birçok siyasetçi, bürokrat, gazeteci ve iş adamının ismi iddialar dahilinde geçti. Peker, Mehmet Ağar’ın derin devletin başı olduğunu iddia etti. Böylelikle zaten duymaya alışık olduğumuz derin devlet mefhumu bir kez daha umumi efkarın dikkatini celbetti.   Derin devlet mefhumunun müşterek bir tarifinin olmaması birtakım kafa karışıklıkları yaratmaktadır. Derin devlet, Baskın Oran’a göre “Devlet yetkisini şu veya bu biçimde kullanan kişi veya kurumların meşruluk sınırları dışına taştıkları zaman şiddet kullanmaları halinde ortaya çıkan oluşum.” iken Mahir Kaynak’a göre “Ülkenin geleceğini planlayan ve bunu gerçekleştirmek için politikalar üreten bir akıl.” olarak tarif edilmiştir. İki tarif arasındaki taban tabana zıtlık giderilmediği müddetçe derin devlet münakaşaları boş lakırdıdan öteye gidemeyecektir. Bendenizin kullandığı tarif Mahir Kaynak’a ait olan olacaktır.   Derin devletin tarifini netleştirdikten sonra hangi ülkelerde derin devlet olduğu, nasıl yapılandığı gibi sualler sorulabilir. Bu çeşit münakaşalarda görüşlerin doğrudan delillendirilmesi mümkün olmadığından yazılanların ancak birer iddia olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bizce dünya üzerinde kendisine bir misyon atfeden her devletin derin devleti bulunmaktadır. Misyonu olmayan söz gelişi Cezayir ya da Slovakya’nın derin devletinin olup olmaması hiçbir şey ifade etmez. Türkiye önce dünya üzerinde bir misyona sahip olup olmadığını netleştirmelidir. Türkiye misyona sahip olabilme şartlarına maliktir. Mahir Kaynak’ın tarifinden hareketle bu teşekküllerin, devletlerin geniş zaman periyodlarında tatbik edecekleri politikaları planlamak vazifeleridir. Mesela A ülkesinin elli yıllık zaman periyodunda karşılaşabileceği milli emniyet meseleleri, iktisadi zorluklar, teknolojik gelişmeler vb. masaya yatırılır ve buna muvazi tatbik edilmesi gereken politikalar belirlenir. Tarihten örnek vermek gerekirse İngiliz ve Almanlar petrolün ehemmiyetini çok daha erkenden farketmişler ve tatbik edecekleri politikalarda petrol mühim bir yer tutmuştur. Yine bu politikaları istikametinde Osmanlı ülkesinde erken zamanlarda teşkilatlanmışlar, çıkar gruplarıyla temasa geçmişlerdir.   Derin devlet farklı ülkelerde başka şekillerde teşkilatlanmış olabilir. Derin devlet içinde barındığı devletin tarihi ve organizasyonuna muvazi olarak ortaya çıkar. Mesela müşahedelerime göre Britanya’da derin devlet krallık müessesesi iken Rusya’da istihbarat servisi bünyesindedir. ABD’de ise sermaye gruplarının içerisinde yuvalanmıştır. Türkiye’nin tarihi ve şartları düşünülürse derin devlet Türkiye’de askeriye bünyesinde teşekkül etmelidir. Türkiye’yi kuran kadrolar askeriyeden çıkmıştır. Askerler kendilerini Türkiye’nin hemen her meselesiyle alakadar olmak mecburiyetinde görmektedir. Örnek olarak “Mavi Vatan” namıyla bilinen Türkiye’nin su haklarını ifade eden doktrinin sahiplerinden Cihat Yaycı aslında mühendis asker olmasına rağmen deniz hukuku çalışmış ve Türkiye’ye dayatılan ve o zamana kadar kimsenin tetkik etmediği haritanın yanlış olduğunu umumi efkara duyurmuştur. Türkiye’de vazife yapan uluslararası hukuk ve deniz hukuku dersleri veren akademisyenlerimizin aklına bu haritayı tetkik etmek gelmemiştir. Tabi kapatılan askeri ortaokul ve liselerden sonra Cihat Yaycı ayarında münevver asker takımı yetiştirebilir miyiz, ayrı bir münakaşa mevzuudur.   Türkiye’de askeriye bünyesinde bir derin devlet oluşması gerekirken askerlerimizin tavrı ideolojik davranmak ve düşünmekten öteye gidememiştir. Rejimin tehlikede olduğu gibi düşüncelerle demokrasiye müdahale etmiş ve maalesef esas itibariyle yönlendirilmişlerdir. Oysa askerler hadiseleri geniş bir çerçevede okuyabilmeli ve buna muvafık tavır almalıydı. Mesela sağ sol çatışmaları sebep gösterilerek 12 Eylül 1980 tarihinde asker darbe yapmış ve Demirel liderliğindeki 43. hükümet düşürülmüştür. Demirel’in […]

Politika

Devletin Derinliği

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 20 Haz 2021
Sosyokültürel Güç ve Türkiye

  Milli güç unsurları mektep görmüş hemen herkesin bildiği veyahut en azından duyduğu bir mevzudur. Politika üzerine kafa yoranlar, analizlerini yaparken milli güç unsurlarını göz önünde tutmak mecburiyetindedir. Hedef ülke bu kıstaslara göre tetkik edilir ve ülkenin yapabileceklerinin hududu belirlenmiş olur. Milli güç unsurları en temelde dörde ayrılır. Bu dört temel unsur detaylandırıldığında ve diğer parametreler de hesaba katıldığında çok daha fazladır. Ortaya çıkan yeni şartlar yeni unsurların hesaba katılmasını gerektirebilir. Bugün ehemmiyetsiz gördüğümüz ya da tahayyülümüzün almadığı birtakım parametreler gelecekte mühim hale gelebilir. Aynı durum tam tersi için de geçerlidir.   Şimdi dört temel milli güç unsuruna bakalım. Bunlar: siyasi güç, askeri güç, iktisadi güç ve sosyokültürel güçtür. Esasen herkes, farkında olarak ya da olmayarak milli güç unsurlarını analizlerinde kullanır. Mesela sıkça rastladığım ülkelerin ordularını mukayese etme videoları, askeri gücü baz alarak yapılmış bir değerlendirmedir. Televizyonda iktisatçıların bazı temel iktisadi verileri kullanarak ülkeleri mukayese etmesi iktisadi gücü baz alarak yapılan değerlendirmedir. Bu değerlendirmelerin yapılması gayet tabiidir ancak benim bir türlü rastlayamadığım sosyokültürel gücün esas alınarak yapıldığı analizlerdir. Politika konuşanların asker, bürokrat, iktisatçı ve siyasetçi takımından oluşması muhtemelen bu durumun en büyük sebebidir.   Sosyokültürel güç tanım itibariyle bir milletin kültür, eğitim, sanat ve içtimai hayat bakımından ulaştığı seviyedir. Temel unsuru insandır. Bir nevi insan kaynağına yapılan yatırımı ifade eder. Sosyokültürel gücü ölçmek için çok çeşitli istatistiklere bakılabilir: bir ülkenin sahip olduğu üniversitelerin muvaffakiyeti, talebelerinin kabiliyetleri, eğitim sisteminin kalitesi, dili kullanabilme hünerleri, hane halkının kültür harcamaları, sahip olduğu kitap ve kütüphane envanteri, kitap ve gazetelerin ortalama baskı ve tirajları, vatandaşların kitap okumaya ayırdığı vakit, sinema ve tiyatro sayısı vb.   İstatistikleri toplarken bazı zorluklarla karşılaşılabilir çünkü bu çeşit verileri toplayan müesseler her ülkede farklı olabilmekte ve ölçümlerin standart bir şekilde yapılması imkansız hale gelebilmektedir. Binâenaleyh sosyokültürel gücü gösteren ve aşağıda verdiğim verileri, tek bir kaynak tarafından yapılan istatistiklerden seçtim.   İstatistiklere göre ABD, diğer milli güç unsurlarında gösterdiği performansı sosyokültürel güç bakımından da gösteriyor ve PISA sıralamasının nispeten düşüklüğü sayılmazsa her başlıkta zirveye oynuyor. Almanya, ABD’ye yakın sıralamaları tutturmuş görünüyor buna rağmen ABD’dekinin yaklaşık üçte biri kadar üniversitesini ilk 500’e sokabiliyor. Bunun sebebini ABD’nin nüfusu ve tüm dünyadan ABD’ye eğitim için gelen insanlar olarak açıklayabiliriz. Suudi Arabistan, ABD ve Almanya’dan fark yese de Türkiye’yi üç başlıkta geçiyor. Türkiye, ABD ve Almanya’nın yanına yaklaşamıyor. Bilhassa kelime sayısında on kata varan fark görülüyor. Türk üniversiteleri çok kötü performans gösteriyor ve Suudi Arabistan’ın bile dört üniversite soktuğu listeye yalnızca bir üniversite ile iştirak ediyor. Maalesef eğitim sistemi kalitesinde de çuvallıyoruz ve ancak doksan sekizinci sıradan listeye giriyoruz. PISA sıralamamız ortalamada olsa da diğer üç başlıktaki kötü sıralamaların gölgesinde kalmış oluyor.   Türkiye’nin sosyokültürel güç bakımdan bu kadar zayıf olması bana Wittgenstein’ın meşhur “Dilimin hudutları dünyamın hudutlarıdır.” sözünü hatırlatıyor. Yedi bin kelimelik haznesiyle Türk çocuğu dünyadaki rakipleriyle nasıl rekabet edebilir? Ya da biz çocuklarımız bu haldeyken onlardan rakiplerini geçmelerini isteyebilir miyiz? Bu dille sanat, edebiyat, felsefe, ilim yapılabilir mi? Türkiye’nin sosyokültürel zayıflığı, dönüp dolaşıp 1932’den itibaren dil inkılabı ismiyle bilinen meşum teşebbüse dayanmaktadır. Bu teşebbüs, İngiliz dil alimi Geoffrey Lewis’in ifadesiyle “… Türkçe, kelime […]

Politika

Sosyokültürel Güç ve Türkiye

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 9 Haz 2021
Hangi Atatürk

  Ülkemizde çeşitli vesilelerle Atatürk üzerine yapılan konuşmalara şahit oluruz. Herkes kendi bildiğince bir Atatürk portresi çizer. Çizilen portrelerin ekserisi, tarifi yapanın ideolojik temayüllerinin yansımasıdır. Bunda şaşılacak bir vaziyet de yoktur çünkü insanlarımız üzerine fikir beyan edilebilecek her şeyde aslında ideolojik saiklerle hareket etmeye alışmıştır. Muhakeme kelimesi kimsenin bakmadığı tozlu sözlüklerde unutulup gitmiştir. Atatürk de pek tabii olarak bundan nasibini almış bulunmaktadır. Yapılan tariflerin tamamının mütenakız olması mühim değildir. Herkes kendi Atatürk’üne dokunulmamasını ister ve bu tenakuzlar en sıkı düğümden bile güçlü görünür. Bizce Atatürk, farklı tasnif metodları göz önüne alınarak tetkik edilebilirse de üç temel profille açıklanabilir:   Birincisi “Başbuğ” Atatürk’tür. Bu tarif umumiyetle milliyetçi çevreler arasında yaygındır. Atatürk yanına yerleştirilmiş Enver Paşa ve Alparslan Türkeş portrelerinin arasında görülür. Prensiplerinden biri de milliyetçilik olan Atatürk’ü olmadığı gibi göstermek niyetinde değiliz. Atatürk hiç şüphesiz bir Türk milliyetçisiydi ancak mesele Atatürk’ün Osmanlılık ve İslamlık kimlikleri yerine millet esaslı bir kimlik yaratmasının anlaşılamamasından çıkmaktadır. Yaratılan Türk kimliğinin bir soy esasına bağlı olmadığı netleştirilmelidir. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”(1)   Bunun yanında Atatürk milliyetçiliğin bir siyaset olarak tatbik edilmesine de karşıdır. O halde Pan-Turanizm siyaseti güden Enver Paşa ile Atatürk nasıl yan yana gelebilmektedir. Milliyetçi dostlarımız Atatürk ya da Enver Paşa’dan birinin portresini indirmek mecburiyetindedir. “Muh­te­lif mil­let­le­ri, müş­te­rek ve umûmî bir un­van al­tın­da cem’ et­mek [toplamak] ve bu muh­te­lif unsur küt­le­le­ri­ni ay­nı hu­kuk ve şerâit [şartlar] al­tın­da bu­lun­du­ra­rak kavî [güçlü] bir dev­let te­sis et­mek par­lak ve ca­zip bir nok­ta-i na­zar-ı siyasî­dir. Fa­kat al­da­tı­cı­dır. Hatta, hiç­bir hu­dut ta­nı­ma­ya­rak, dünyada mev­cut bü­tün Türk­le­ri da­hi bir dev­let hâlinde bir­leş­tir­mek, gayr-i ­ka­bil-i istihsâl [mümkün olmayan] bir he­def­tir. Bu, asır­la­rın ve asır­lar­ca ya­şa­mak­ta olan in­san­la­rın çok acı, çok kan­lı hâdisât [hâdiseler] ile mey­da­na koy­du­ğu bir ha­ki­kat­tir.”(2)   İkincisi “Gazi” Atatürk’tür. Mustafa Kemal Paşa’ya TBMM tarafından 19 Eylül 1921 tarihli kanunla “Gazi” unvanı verildiği herkesçe bilinmektedir. Atatürk’ün bu unvanını ön plana çıkartmaya çalışanlar onu sadece askeri cihetten ele almakta ve inkılaplarını yok saymaya çalışmaktadır. Oysa Atatürk askerliğinin yanında yeni bir devlet kuran kurucu liderdir. Hatta denilebilir ki Atatürk’ün liderliği ve inkılapçılığı askerliğinin önüne geçmiştir. Bu görüşü müdafaa edenlerin maksadı Atatürk’ün fikri tarafını yok sayarak açtıkları boşluğu kendi düşünceleriyle doldurmaktır. Bir yandan Atatürk ülkeyi kurtardı diyerek vatandaşlar taltif edilirken diğer yandan gizli ajandalarında yer alanları gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. İlk başlarda Atatürk ile açıktan kavgalı olan mevcut iktidar sahipleri bugün bu yola sapmış görülüyor.   Üçüncüsü “Devrimci” Atatürk’tür. Bu görüşün müdafilerine göre Atatürk ile Fidel Castro portreleri yan yana asılabilir. Atatürk’ün padişaha isyan ederek bir sınıf hareketinin liderliğini yaptığına inanılır. Atatürk’ü ve Kurtuluş Savaşı’nda mücadele veren halkı sosyalist veyahut komünist göstermek niyetindeki bu kişiler çok büyük bir hataya düşmektedirler. Bizzat Sovyetler tarafından milli kurtuluş mücadelemiz bir “proleter” ihtilali olarak değil, bir “burjuva-milliyetçi” hareket olarak görülmüştür(3). Bunun yanında Atatürk’ün anti-emperyalist olduğu yönündeki bir alt görüş de burada değerlendirilmelidir. Atatürk Marksist terminolojinin anladığı manada anti-emperyalist değildir. Onun anti-emperyalistliği insana ve milli haysiyete verdiği samimi ve gerçek değerden kaynaklanmaktadır(4). Atatürk’ün şu sözleri bizi teyit etmektedir: “Şurası unutulmamalı ki, bu tarz-ı idare, bir bolşevik sistemi değildir. Çünkü, biz ne bolşeviğiz ne de komünist; […]

Târih

Hangi Atatürk

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 20 May 2021
Gamlı Bahar

  Bahar mevsimi deyince insanların kâhir ekseriyetinin aklına saâdet, rahatlama, zevk ve eğlence gibi insan yaratılışının hoşuna giden müspet şeyler gelir. Zîrâ bahar ile berâber tabiat, kış mevsiminin kalın ve rahatsız eden kıyâfetini üzerinden atarak ince ve çiçeklerle müzeyyen yeni elbisesini giymenin zevkini yaşar. Geceler zaman zaman insan rûhunu ürpertmeye devam etse bile artık gündüz vakitleri eskisi gibi soğuk değildir; gökkubbe, yeryüzüne gönüllere ağırlık veren abus çehresi ile değil insana canlar bahşeden mütebessim sîmâsı ile bakar. Cihânı besleyen feyizli güneşin ve bereketli yağmurların sâyesinde ağaçlarda meyvelerin çiçekleri açmaya başlar; bahçelerdeki çimenlerin üzerini güller, lâleler, sünbüller ve daha adını bilmediğimiz nice güzel çiçek latif renkleri ve mest eden kokuları ile süsleyerek orayı cennet bahçeleri gibi revnaklı bir mekâna çevirir. Bu mevsimde kırlarda yâhut ağaçlı yollarda yürümek, belki de insanın yapabileceği en güzel faâliyetlerden birisidir. Zîrâ bahar denilen sevgilinin, Îsâ’nın nefesi gibi canlar bağışlayan rüzgârın insanın yüzüne aşk ettiği yumuşak tokatlar şeklinde tecellî eden cilvelerine ancak bu yürüyüşler sâyesinde mazhar olunabilir. Tabiattaki bu yeniden doğuş ve canlılık sebebiyledir ki insan bahar mevsimini sever ve ister. Zîrâ bahar gelince gördüğü güzelliklerin te’siriyle o da gevşer, rahatlar, etrâfa huzurla bakar ve kendisini yeniden doğmuş gibi hisseder. Eğer vakti ve imkânları müsâitse kırlarda gezintilere çıkar; çiçekleri koklar; esen rüzgârı hisseder; bahârrın her türlü ni’metinden istifâde eder. Evet, insan bahârı özler, sever ve ister. Bu, bugün böyle olduğu gibi geçmişte de böyleydi. Zîrâ insan tabiatı o zamanlar da kendisini zorlayan şeyleri sevmezdi ve zevk ü sefâya, eğlenceye temâyüllü idi. Vaziyetin o zamanlar da böyle olduğunu bize eski şâirlerimizin şiirlerinden daha güzel anlatabilecek bir kimse yoktur zannediyorum. Gerçekten onların şiirlerinden bahâra duyulan hasreti, bahar sevgisini ve bahârın getirdiği güzellikleri görmek mümkündür. *   Eski zamanlarda kışın yaşanan hayâta tahammül etmek, eğlenceye temâyüllü insan tabiatı için hakikaten oldukça zordu. Zîrâ o zamanlar kış mevsiminin yıpratıcı havasından korunmak için konağına saklanan bir kimsenin uzun kış gecelerini güzel bir şekilde geçirmesini sağlayacak vâsıtalar oldukça mahduttu. O, soğuk kış gecelerinde evinde kalmaya mahkumdu. Bu yüzdendir ki bir an evvel bahârın gelmesini ve yaşadığı bu mahbus hayâtının nihâyete ermesini özlerdi. Meselâ on yedinci asrın gür sesli şâiri Nef’î, bahâra ve güzelliklerine karşı olan hasretini şu gazelinde oldukça güzel bir şekilde anlatmaktadır: “Yâr olsa bahâr olsa dilâ câm-ı Cem olsa Bir yerde ki her gûşesi reşk-i İrem olsa Ol bezm-i safâ-bahşa dili olmasa mahrem Ağyâr-ı denînin yeri çâh-ı adem olsa Bir âleme düşsek ki elem olmasa anda Her rind-i gedâ pâdişeh-i Cem-haşem olsa Hiç durmasa devr etse kadeh bezmi pey-â-pey Sâkî de sürâhî gibi âlî-himem olsa Gâhî leb-i sâkî ve gehî sâgar emilse Yârân-ı safâ bûse ile muğtenem olsa Âheng-i nevâ eylese uşşâk ile mutrib Bir yerde o meh-pâre de ehl-i negam olsa Nef’î de gazeller dese mümtâz u müsellem Her birisi reşk-i reviş-i Muhteşem olsa”   Nef’î bu gazelinde bugünkü Türkçe ile “Ey gönül, her köşesi İrem bağlarını kıskandıracak bir yerde sevgili olsa, bahar olsa ve bir de Cem’in kadehi olsa. Alçak düşmanların yeri yokluk kuyusu olsa da gönlü o sefâ bahşeden meclise mahrem olmasa. Bir âleme düşsek ki orada elem denilen […]

Edebiyat

Gamlı Bahar

Yazarı: Ufuk Saz
Yayımlanmış 29 Nis 2021
İlk Arkadaşım Nedîm

  Bundan neredeyse üç yıl evvel güzel bir bahar günü mektepten çıkmış eve doğru yürüyordum. İnsanın yüzüne temas ettikçe rahatlatan bahar rüzgârı ve ağaçlarda yavaş yavaş açmaya başlayan çiçekler ile Yeşilırmak Nehri kenarındaki küçük Amasya, kışın kalın kıyâfetini bir kenara atmanın ve giydiği yeni elbise ile tarâvet bulmanın zevkini yaşıyor olsa da ben, omuzlarımdaki yükün te’siriyle bu zevki tatmaktan çok uzaktım. Altında ezildiğim bu yük, gittikçe yaklaşan üniversite imtihanıydı. İmtihana birkaç ay kalmış olmasına rağmen içinde bulunduğum zulmet yuvası lise sebebiyle henüz hazır değildim ve bu durum, birkaç ay sonra beni pek iyi hâdiselerin beklemediğine delâlet ediyordu. Üniversite imtihanına henüz hazır olmamamın hâricinde her gün sabahın sekizinden öğlen üç buçuğa kadar bana zindan gibi görünen mektepte kalmak ve kaldığım zaman zarfında da sadra şifâ verecek hiçbir şey yapmamak da hem ma’nen hem de maddeten yorgun düşmeme sebep oluyordu. İşte bütün bunlar sebebiyle me’yus ve düşünceli bir şekilde eve doğru yürürken o zamanlar şehrin tek büyük kitapçısı –bu kitapçı daha sonradan kapandı ve yerine bir şarküteri açıldı. Bu yüzden bugün Amasya’da doğru düzgün bir kitapçı yoktur- olan bir kitap dükkanına girdim. Edebiyat ve târih kitaplarının olduğu rafa göz gezdirirken dikkatimi Abdülbâki Gölpınarlı tarafından hazırlanan Nedîm Dîvânı çekti. Hemen kitabı alıp incelemeye başladım. Baş taraftaki Gölpınarlı tarafından yazılan uzun yazıyı geçip metne baktım. O zamanlar, okuduğum bazı eski kitaplar sebebiyle Osmanlıca bilgim ve kelime hazinem birazcık genişlemişti. Bu yüzden Nedîm Dîvânı’nı okubileceğimi düşünüyordum. Ancak daha ilk sayfada “Başlayıp cûşişe tab’ımda mezâyâ-yı sühan Mevc-hîz oldu yine lücce-i deryâ-yı Aden” beytiyle başlayan kasideye baktığım zaman, bunun sandığım kadar kolay bir iş olmadığını ve biraz cür’etli davrandığımı anladım ve kitabı bırakarak dükkandan çıktım. Ancak aklım hâlâ Nedîm Dîvânı’nda idi. Zîrâ o zamanlar, İstanbul’a olan muhabbetimin dalgalı bir deryâ gibi cûş u hurûşa başladığı zamanlardı ve bu yüzden de ne olursa olsun edebiyat derslerinde İstanbul şâiri olarak öğrendiğim bu şâirin şiirlerini okumak istiyordum. İşte bu arzu ile ertesi gün tekrar o kitapçıya uğradım ve cebimdeki bütün parayı vererek kitabı satın aldım. Eve doğru yürürken yolda, akşam derslerimi bitirdikten sonra dîvânı okumaya başlamaya karar verdim ve akşam olduğu vakit de kitabı elime alıp masaya oturdum. İlk şiir, Şehit Ali Paşa için söylenmiş bir kasideydi. Ancak bu kasidede yer alan etmek, yapmak gibi Türkçe fiillerin dışında neredeyse hiçbir kelimeyi bilmiyordum. Bu yüzden saatlerce uğraşarak bilmediğim bütün kelimelerin teker teker lügatten ma’nâlarına baktım ve kasideyi okumaya çalıştım ancak okuyamadım. İlk teşebbüsüm hüsranla neticelenmişti. Ancak oldukça kararlıydım. Bu yüzden dilleri diğer şiirlere göre oldukça ağır olan kasideleri atlayıp kıt’alara, şarkılara geçtim. Onları anlamak kasideleri anlamak kadar zor değildi. Bu yüzden az da olsa anlıyordum. Ayrıca kelime hazineme, yavaş yavaş dîvan şiirinin lügatinden kelimeler de girmeye başlamıştı. Bu yüzden bir müddet sonra tekrar kasidelere döndüm. Zîrâ artık kasidelerin bir kısmını anlayabilecek kelime bilgisine sâhiptim. Bu yüzden büyük bir şevkle okumaya başladım. İbrâhim Paşa için söylenen o güzel hammâmiye kasidesi ile İstanbul’u, Sa’dâbâdı ve helva sohbetlerini ta’rif eden diğer kasideleri okudukça büyük bir zevk duyuyor ve Nedîm’e karşı büyük bir muhabbet besliyordum.Bu şekilde birkaç ay geçti. Artık üniversite imtihânını geride bırakmıştım ve […]

Edebiyat

İlk Arkadaşım Nedîm

Yazarı: Ufuk Saz
Yayımlanmış 24 Nis 2021
Ukrayna Krizi ve Liderlik

  Ukrayna ve Rusya arasındaki son günlerde yoğunlaşan ve savaşa dönme ihtimali gittikçe artan krize dair birçok şeyler söylendi. Ezberler tekrarlandı, asker sayıları kıyaslandı. Krize bir de lider ve liderlik münâkaşaları üzerinden bakalım. Ukrayna’yı bekleyen asıl zorluklar nelerdir? Ukrayna menfaatleri için hangi politikaları tatbik etmelidir? Ukrayna liderliği krizi aşacak güçte midir? Suallerini cevaplayalım.   Ukrayna ve Rusya arasındaki kriz Rus yanlısı Ukrayna cumhurreisi Viktor Yanukoviç’in 2013 yılında AB Ortaklık Anlaşması’nı askıya almasının ardından patlak verdi. Ülkede garp yanlıları protesto için sokaklara döküldü. Yanukoviç destekçisi Rus yanlılarının da sokağa inmesiyle iç savaş şartları oluşmuş oldu. İki taraf arasında zaman zaman çatışmalar yaşandı. Hâdiseler kontrol altına alınamayacak hale geldiğinde Yanukoviç Rusya’ya kaçmak mecbûriyetinde kalmıştı. Ayrılıkçıların (Rus silâh ve ekipmanı sağlanmış gruplar) ve muhtemelen Rus paralı askerlerin baskısıyla Kırım Parlamentosu Rusya’ya ilhakı sağlayacak referanduma gitti. Tatar Türkleri ve Ukraynalıların katılmadığı bu referandum netîcesi 16 Mart 2014’de Kırım gayri hukûkî olarak Rusya’ya ilhak olmuş oldu. Burada Türk umûmî efkârında sıklıkla yanlış bilinen bir realiteyi zikretmeliyim. Ukrayna rakamlarına göre Kırım’da bulunan nüfusun %60’ı Rus kökenli, %24’ü Ukraynalı ve %10’u Tatar Türk’üdür. Yani aslında Kırım’da Rus kökenli nüfus ekseriyettir. Kırım’ın ilhakının ardından yine Rus kökenlilerin ekseriyeti oluşturduğu Donbas mıntıkasında (Donetsk ve Lugansk’tan müteşekkildir.) 11 Mayıs 2014’te sözde referandumlarla sözde idâreler oluşturuldu ardından her ne kadar Rusya inkâr etse de Donbas mıntıkasına Rus askerî vâsıta ve ağır silâh yığınağı yapıldı. Ukrayna ordusu ayrılıkçılara ancak nisan ortalarında müdâhale edebildi. Hazirandan itibaren birçok meskûn mahali geri aldı ancak ayrılıkçıların saldırıları artırması ve çatışmaların başka mıntıkalara sıçraması ihtimali sebebiyle 5 Eylül 2014’te ateşkes imzâlandı. Böylelikle Donbas mıntıkasının bir kısmı Ukrayna ordusunun diğer kısmı ayrılıçıların kontrolünde kalarak cephe hattı oluşmuş oldu. Ateşkese rağmen cephe hattında zaman zaman çatışmalar çıkmaya devam etti. 2015’te imzâlanan Minsk muâhedesi tatbikindeki belirsizlik sebebiyle rafa kaldırıldı ve çeşitli diplomatik teşebbüslere rağmen mesele halledilemedi. Çatışmalar netîcesinde her iki taraftan 13 binden fazla kişi hayatını kaybetti.   Nisan 2019’a gelindiğinde Ukrayna yeni cumhurreisi seçmek için sandığa gitti. İkinci tura kalan iki namzetten Vladimir Zelinskiy %73’lük rey nispetiyle cumhurreisi seçildi. Zelinskiy’i enteresan kılan şey onun devlet idârecisi profiline pek de uymayan geçmişiydi. 1978 doğumlu olan Zelinskiy çocukluğundan itibaren tiyatroya alâka duydu. Henüz ortaokuldayken ünlü komedi programlarında rol aldı. Hukuk fakültesinde okuduğu yıllarda arkadaşlarıyla birlikte bir komedi grubu kurdu. Yine komedi programları için senaryo yazdı ve çeşitli programlara çıkarak kendini milyonlara sevdirdi, Ukrayna’nın en meşhur ekran yüzlerinden biri oldu. Zelinskiy 2019’a kadar hiçbir siyâsî beyânatta bulunmadı ve hiçbir siyâsî tecrübe edinmedi. Onun seçilmesinde en çok tesiri olan şey ise başrolünü oynadığı “Halkın Hizmetkârı” dizisidir. Dizide yolsuzlukluk ve kirli siyâsetten bıkan halk Zelinskiy’nin canlandırdığı târih muallimi Vasiliy Goloborodko’yu cumhurreisi seçiyor. Vasiliy Goloborodko tahmin edeceğiniz üzere korumaya ihtiyaç duymadan bisikletle sokakları gezen ve yolsuzlukla cesurca mücâdele eden buram buram popülizm kokan bir karakterdi. Dizi Ukrayna’da reyting rekorları kırdı ve Zelinskiy’nin seçilmesiyle gerçek oldu. Elbette Zelinskiy gerçek hayatta dizide oynadığıyla mukayese edilemeyecek zorluklarla yüz yüze kaldı. Bunlardan en zor olanının Rusya ile yaşanan kriz olduğunu söyleyebiliriz. Zelinskiy’nin seçilme vetiresi bana birkaç yıl önce okuduğum Kissinger’ın Dünya Düzeni (Orjinal adıyla World Order-Neşir târihi Eylül 2014) […]

Politika

Ukrayna Krizi ve Liderlik

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 22 Nis 2021
HDP Tamam Ya Sonrası

  Kendimi bildim bileli Türkiye’nin bir Kürt meselesi var. Bu öyle bir mesele ki içtimâî mevkiniz ve yaşınız ne olursa olsun ucu bir yerden size dokunur. Kaçış yoktur. Dünyadan haberi olmayan küçük bir çocuk musunuz, babanız kahpe bir pusuda şehit edilir. Belki asker, belki polis belki de bir öğretmendir. Hayata yetim olarak devam edersiniz. Babanızın kan bedeli olarak size bir akbil verirler. Büyüdükçe sorarsınız neden diye, size verilecek bir cevap yoktur. Anadolu’nun şirin bir kasabasında emekli bir baba mısınız, oğlunuz askerlik çağına gelir. Bedelli yaptıracak kadar paranız yoktur.  Hoş oğlunuz da istemez zaten. Bir türlü içine sindirememiştir bedelliyi. Tezkeresine birkaç gün kala vazîfeli olduğu karakol basılır. Kurtulan olmamıştır. Bir namaz sonrası câmi çıkışında haberi alırsınız. Vatan sağolsun dersiniz ama içten içe siz de sorarsınız neden diye,  size verilecek bir cevap da yoktur. Bu satırlar bir masal ya da efsâne değildir. Hepsi yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Bazı kimseler Kürt meselesi ayrı PKK ayrı diyeceklerdir. Hatta siz Kürtlerle PKK’yı yan yana getiriyorsunuz. Kürtler sizin yüzünüzden PKK’ya katılıyor falan diye gevelemeye başlayacaktır. Onlara şu cevabı verin: Bir ülkede Kürt meselesi çözülsün denilerek askerî bir üsteki Türk bayrağının indirilmesine izin veriliyorsa, devletin anayasayla sabit üniter yapısı yerine federalizm münâkaşa ediliyorsa, terörle bağları ayan beyan ortada olan parti veya partiler kapatılmıyorsa, belediyelerin imkânlarını teröre kullandıranlara, Türk ordusuyla savaşmak için şehirlere yığınak yapanlara göz yumuluyorsa bunun PKK’dan ne farkı var. Bilakis PKK’nın bunları yapması ya da yaptırması mümkün değilken Kürt meselesini çözmek adına bunlar yapılmıştır, yaptırılmıştır. Üstelik bu millet, gencecik evlâtlarını şehit vermişken biz de şehit çocuğunun ve babasının sorduğu soruyu soralım, neden? Mâdemki Türk bayrağının indirilmesine izin verecektik, mâdemki federalizmi münâkaşa edecektik, neden? Neden? *   Türk adâlet müessesesi geç de olsa harekete geçti ve HDP’nin kapatılması için ilk adım atıldı. Böylelikle uzun zamandır umûmî efkârın dikkatinden uzak kalan Kürt meselesi, Kürtçe, federalizm, PKK, HDP yeniden münâkaşaya açıldı. Münâkaşalar sırasında farklı partilerden çeşitli siyâsîlerin dile getirdiği parti kapatmanın meseleyi halledemeyeceği şeklindeki fikir dikkatimi çekti. Türkiye’de siyâseti az çok takip eden herkes HDP’den sonra yeni bir parti kurulacağını zaten tahmin ediyor ancak yine de devlet hukuku tatbik etmek zorundadır. Bunlar zaten yenisini açacaklar diyerek terörle bağı olan bir partiyi kapatmamakla zaten çalacaklar diyerek hırsızları hapsetmemek arasında bir fark var mıdır? Burada hukukun meseleyi çözemeyeceği, tatbikine gerek yokmuş gibi “Kânunlar var ama…” gibi açıklamalar yapmak çok tehlikelidir. O zaman sorarlar mâdemki tatbik etmiyoruz kânun niye var? Kânun ve hukukun tatbik edilmediği yerde de zaten devlet mânâsını ve meşrûiyetini yitirmiş olur. Kanaatimce meseleye “Parti kapatmak meseleyi halletmez.” gibi bir noktainazar yerine “Hukuk gereğini yapmalıdır. Bunun yanında meseleyi kökten halledebilmek için gerekli her türlü tedbir âcilen alınmalıdır.” şeklinde yaklaşmak daha doğru olacaktır. Burada okuyucu tabiî olarak meselenin halli için gereken tedbirleri soracaktır. Tedbirleri sunmadan önce mesele hakkında birtakım umûmî mâlûmata mâlik olmak gerekir. *   CIA tarafından hazırlanan “The World Factbook” isimli ülkeler internet ansiklopedisi datalarına göre nüfusumuzun %19’unu Kürt kökenli vatandaşlarımız oluşturmaktadır. 2018 milletvekili seçimlerinde HDP %11.7 rey almıştır. Hesaplamayı kolay yapmak adına Türkiye nüfusunu 80 milyon, Kürt kökenli vatandaş nispetini %20 ve HDP rey nispetini %10 (Burada çeşitli sebeplerle […]

Politika

HDP Tamam Ya Sonrası

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 27 Mar 2021
Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi

  Osmanlı Devleti, teşekkül ettiği târihten beri diğer Türk ve Müslüman devletlerine nazaran Garp devletleri ile daha fazla temas ve irtibatta bulunmuş bir devlettir. Ancak onun bu temâsı, 18.asrın başlarına kadar muslihâne ve dostâne bir şekilde değil de daha çok düşmanca bir sûrette ve meydâna gelen kanlı harpler ile olmuştur. Pâyitahtta Garp devletlerini temsil eden elçilerin her dâim bulunmasına rağmen Osmanlı Devleti, Garp devletleri nezdinde dâimî elçi bulundurmamış, ihtiyaç hâsıl oldukça i’timad ettiği kişileri elçi olarak göndermek sûretiyle mes’elelerini halletmeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti’nin Garp devletleri nezdinde dâimî yâhut muvakkat elçi bulundurmamasının muhtelif sebepleri olmakla berâber asıl sebep, devletin kudret ve ihtişâmının zirvede bulunmasının verdiği bir üstünlük duygusudur. Osmanlı Devleti, askerî, siyâsi, ve ilmî kudreti ve sâhip olduğu coğrafyanın vüs’ati sebebiyle kendisini dünyânın merkezi olarak kabul eylemiş ve kendisinden aşağıda gördüğü devletlerin nezdinde elçi bulundurmayı bir zillet olarak telakkî etmiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin Garp devletleri nezdinde dâimî yâhut muvakkat elçi bulundurmamasında hiç şüphesiz İslam dininin bir mecburiyet hâsıl olmadıkça küfür diyârında ya’ni İslam şeriatının tatbik edilmediği yerlerde bulunmayı ve ikâmet etmeyi câiz görmemesinin de te’siri vardır. Bütün bu sebeplerden dolayı imparatorluk idârecileri uzun bir müddet Garp devletleri ile elçilik te’sis etmek şeklinde bir diplomatik temasta bulunmamışlardır. Ancak devletin 16.asrın sonlarından i’tibâren kudret kaybetmeye başlaması ve Garp devletleri ile girdiği harplerde ağır mağlubiyetler alması, 18.asrın ilk çeyreğinden sonra, imparatorluk idârecilerinin her gün biraz daha inkişaf eden Garp medeniyeti mensubu devletler ile temâsa geçmeden devam edilemeyeceğini anlamasına sebep olmuştur. Bu yüzden 1720 senesinde Sultan Üçüncü Ahmet zamanında, pâdişah ve sadrazam Nevşehirli Damat İbrâhim Paşa tarafından, harpten çok dostâne münâsebetler ile hatırlanan Fransa nezdine Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin muvakkat elçi olarak gönderilmesine karar verilmiştir. *   Filhakika, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa’ya elçi olarak gönderilmesinde en büyük âmil, Osmanlı Devleti’nin artık Garp dünyâsını tanımaya başlamak istemesidir. Târihimize büyük şâir Nedîm’in şiirleri ile nakşolunan Lâle Devri, daha çok zevk ve eğlence devri olarak bilinse de aslında bütün bu eğlencelerin, Çırağan sohbetlerinin, Sad’âbâd âlemlerinin yanında sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın devlet ve milleti san’at ve irfan ile ihyâ etmeye çalıştığı bir devirdir. İşte bu yüzden İbrâhim Paşa, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’yi Fransa’ya elçi olarak ta’yin etmiş ve orada gördüklerini yazmasıyla berâber bilhassa Osmanlı Devleti’de tatbik edilebilecek hususlara dikkat etmesini istemiştir. 7 Ekim 1720 târihinde içinde Osmanlı’da matbaanın teessüsünde emekleri geçen ve istikbâlde sadrazamlık da yapacak olan oğlu Mehmet Said’in de olduğu 80 kişilik bir sefâret he’yetiyle berâber İstanbul limanından ayrılan Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, 8 Ekim 1721’de pâyitahta orada gördüklerinin mahsulü olan bir sefâretnâme ile döner ve bunu Sultan Üçüncü Ahmet ile sadrazam Nevşehirli Damat İbrâhim Paşa’ya takdim eder. *   Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin sefâretnâmesinin Türk târihinde ve edebiyâtında müstesnâ bir yeri vardır. O, Lâle Devri’nin Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasındaki münâsebetleri oldukça güzel bir şekilde aksettiren târihî bir metin olmakla berâber üslubu ve muhtevâsı ile de Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nden sonra Türk edebiyâtı için en mühim seyahatnâmelerden birisidir.  Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, İstanbul’dan ayrıldığı târihten geri döndüğü güne kadar yolda ve Fransa’da gördüklerini kendi ta’biriyle “rûz-merre” ya’ni her gün kaydetmiştir. Sefâretnâme, tam ma’nâsıyla orta nesrin […]

Târih

Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi ve Sefâretnâmesi Hakkında

Yazarı: Ufuk Saz
Yayımlanmış 1 Mar 2021
Enderunlu Vâsıf Dîvânında Yer Alan Galata Kulesi Hakkındaki Bir Lügazın Halli

  Bilmeceler, halk edebiyâtlarının en çok sevilen edebî mahsullerinden birisidir. Büyük bir kısmı anonim olan bilmeceler, nükteli üslupları ve zihinleri düşünmeye sevk eden muhtevâları ile asırlar boyunca milletlerin eğlence dünyâlarına hitap etmişlerdir. İlâveten bilmecelerin ekseriyetinin, anonim olmaları sebebiyle bir kişiye değil de milletin tamâmına âit olmaları, kendilerini vücuda getiren milletin kültüründen, irfânından ve hayat tarzından derin izler taşımalarını sağlamıştır. Bu keyfiyete her millette tesâdüf edildiği gibi Türk milletinde de tesâdüf edilir. Nitekim Nihad Sâmi Banarlı hocamız, “Bilmeceler” isimli bir makâlesinde “Bizim bilmecelerimizde “Ak odada sarı gelin” Lâmba’dır. Siyah geceler içinde genç ve güzel bir kadının, yâhut evlenecek yaşa gelmiş bir genç kızın, neşeli ve ışıklı varlığıyla, bir ev odasını nasıl aydınlattığını düşündürür. Her güzel çizgide, ışıkta ve renkte önce kadın güzelliğinden türlü akisler bulan Türk halk rûhu, nazlı, hem de şevkli lâmbayı, gelinle birleştirerek, şiirle bilmeceyi yine harman etmiştir. Al getir al var getir Gelmezse yalvar getir El ğememiş ağaçtan Koklanmamış gül getir bilmecesi de hem mâni, hem gelindir. Hakîkî Türk halkının aşk, kadın ve gelin anlayışını gösterir.” diyerek bu keyfiyeti çok güzel bir şekilde açıklamaktadır. Bilmecelere Türk halk edebiyâtında olduğu gibi lügaz ve muammâ ismiyle dîvan şiirinin hudutları dâhilinde de tesâdüf edilmektedir. Ancak halk edebiyâtındaki bilmecelerden farklı olarak lügaz ve muammâları yazan kimseler kâhir ekseriyetle bellidir. Ayrıca lügaz ve muammâlar, halk bilmecelerinden farklı olarak daha çok Arabî ve Fârisî kelime ve terkip ihtivâ ederler. Zîrâ onlar, medrese tahsili almış, Arapça ve Farsça öğrenmiş ve Türk dîvan şiiri ananesine sıkı bir şekilde bağlı olan dîvan şâirleri tarafından kaleme alınmışlardır. Lügaz ve muammânın umumî olarak bilmece şeklinde ta’rif edilmesi mümkün olmakla berâber aralarında mühim bir fark mevcuttur. Muammâ, tek bir beyitle söylenen ve halledilmesi oldukça müşkil ve husûsî usullere tâbi olan olan bilmecelere verilen isimdir. Bunların halli müşkil olduğu için şâirler dîvanlarındaki muammâların üzerine umumiyetle “be-nâm-ı Haşmet” yani “Haşmet ismi hakkında” gibi Farsça başlıklar koyarlardı. Meselâ Nâbî’nin oldukça meşhur olan “Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre İki yokdan ne çıkar fikr edelim bir kerre” beyti, şâirin kendi ismine işâret eden bir muammâdır. Zîrâ ikinci mısradaki “iki yok” ifâdesi, Fârisî’de yokluk ifâde eden “nâ” ve “bî” edatlarına işâret etmektedir ki onların bir araya gelmesiyle şâirin mahlası olan “Nâbî” ismi meydâna çıkmaktadır. Eski adamlar, muammâ yazmaya ve halletmeye çok ehemmiyet verirler ve “Ola hem ilm-i muammâda benâm Çıkara dâniş ü irfân ile nâm” (Muammâ ilminde üstat olunmalıdır. Bu şekilde ilim ve irfân da haklı bir şöhret elde edilir.) diyerek münevver bir âlim olmak için muammâ ilminden behre-dâr olunması gerektiğini söylerlerdi. Lügaz ise umumiyetle mesnevî şeklinde ve on-on beş beyit ile söylenen bilmecelerdir. Lügazlar, muammâlara nazaran daha açık bir şekilde kaleme alınmışlardır. Şâir, anlatmak istediği nesneyi fârik vasıfları ile ta’rif ettiği için lügazların cevapları umumiyetle muammâlar gibi gösterilmez. Lügaz ve muammâ, bütün câzip vasıflarına rağmen dîvan şâirleri tarafından çok fazla rağbet edilmiş bir edebî edebî tür değildir. Bu yüzden dîvanların birçoğunda, lügaz ve muammâya tesâdüf edilmez. Meselâ ben tetkik ettiğim dîvanlar arasında Nedîm dîvânında iki lügaza, Haşmet dîvânında iki lügaza ve on iki muammâya, Enderunlu Vâsıf dîvânında bir lügaza, Ziyâ Paşa dîvânında […]

Edebiyat

Enderunlu Vâsıf Dîvânında Yer Alan Galata Kulesi Hakkındaki Bir Lügazın …

Yazarı: Ufuk Saz
Yayımlanmış 20 Şub 2021
Buna Hakkınız Yok

  Bugün Türkiye’de yaşayan okur yazar bir kimse için ma’nâsı ve üslûbuyla güzel bir kitaba tesâdüf etmek, tâlihin kendisine bahşettiği en büyük devletlerden birisi oldu. Zîrâ her şeyin maddî bir çehre arz ettiği günümüz dünyâsında, kitap yazmak da bu sîmâ ile görünür bir hâle gelmekten kendisini kurtaramadı ve kısa yoldan parayı bulmak isteyenlerin tevessül ettikleri yollardan birisi hâline geldi. Bunun neticesinde de ömürleri kısa fakat popülerlikleri sebebiyle muharrirlerine iyi kötü gelir sağlayan onlarca kitap, her gün kitapçı raflarında yerlerini almaktadır. Bu tür kitaplar hiç şüphe yok ki, zevk-i selîm erbâbına hitâp etmekten uzak olup kitap okumayı sâdece bir şeyler okumak yâhut münevver görünmek olarak telakki eden kimselere kendilerini beğenedirebilecek mâhiyettedir. Ancak kitapçı raflarını ma’nâsız ve üslupsuz kitapların istîlâ etmesinin tek sebebi bazı câhil muharrirlerin zenginlik hayâli değildir. Bu kitaplar aynı zamanda, her sâhada olduğu gibi kültür ve maârif müessesleri içinde de mevcut olan inhitâtın bir tecellisidir. Zîrâ mekteplerin sağlam ve ilmî bir tahsil vermekten, kültür müesseselerinin ise zinde bir kültür hayâtı meydâna getirmekten uzak olduğu bir memlekette bu çeşit kitapların görülmesinden ve kitapçıları istîlâ etmesinden daha tabîî bir şey olamaz. İşte vaziyet böyle olunca da ma’nâsı ve üslûbuyla okunabilir bir kitap bulmak, tâlihsiz Türk kârileri için zor tesâdüf edilen ni’metlerden birisi hâline gelmiştir. Hele birazcık Türkçe hassâsiyeti olan kimseler için uydurma kelimelerden ve Türk sarfına aykırı devrik cümlelerden ârî bir kitaba ulaşmak, ismi olup cismi olmayan ve Kaf Dağı’nın zirvesinde ikâmet eden Sîmurg kuşunun gölgesinden devlet bulmak kabîlinden muhâl-ender-muhâldir. Ancak bütün bu menfî hâdiselere rağmen, arada bir tek tük de olsa ma’nâları ve üsluplarıyla zevk-i selîm erbâbı olan Türk kârilerinin gönüllerini mesrûr eden kitaplar intişâr etmiyor değildir. Bunların kâhir ekseriyeti ise, Türk maârifinin henüz bugünkü ma’nâsıyla çökmediği devirlerde yetişerek zamânımızdan en az kırk-elli yıl önce bekâ âlemine irtihâl eden ve  Türkçe’nin başına musallat olan kelime uydurma cereyânına kapılmamış kimselerin ilk defa yâhut yeniden intişâr eden kitaplarıdır. *    Yakın bir zamanda, zevk-i selîm erbâbı Türk kârilerine hitâp etmek üzere Türk edebiyâtı için mühim olan ma’ruf bir ismin daha önceden neşredilmiş kitapları Büyüyenay Yayınları tarafından külliyât hâlinde tekrar neşre başlandı. İlâveten bu ismin gazete ve mecmualarda kalmış makâleleri de muhtelif isimler altındaki kitaplarda toplandı ve bu kitaplar da külliyatın içine dâhil edildi. Henüz kitaplarının bir kısmı basılan bu mühim ve ma’ruf isim, daha çok Tâhir’ül Mevlevî olarak bilinen Tâhir Olgun’dur. Eski edebiyâtımız hakkındaki bilgisi herkes tarafından müsellem olan Tâhir Olgun’un dîvan edebiyâtı hakkında yazdığı makâlelerinden teşekkül eden iki kitabın birincisi,  faydalı neşriyâtı ile Türk kültürüne gayretli bir şekilde hizmet eden bahsettiğim yayınevi tarafından Mart 2020’de neşredildi. Neşredildiği günden beri büyük bir arzu ile okumak isteğim bu kitabı, yorucu ve yıpratıcı hukuk imtihanlarından vakit bulduğum zamanlarda okumaya çalıştım. Gerek dîvan edebiyâtı gerekse Acem şiiri bakımından birçok bilginin yer aldığı makâlelerden oluşan bu kitâbı, uzun zamandır hasretini çektiği sevgilisi ile vuslatı yaşama tâlihine ermiş bir âşık edâsıyla büyük bir zevk içinde okudum. Şiir şerhleri, hâl tercümeleri, edebî bilgiler, mazmunlar ve daha birçok şey, salâhiyetli bir kalem sâhibi tarafından oldukça güzel bir üslupla yazılmış. Ayrıca muharririn   “Türkçeyi Arapça ve Acemceden temizlemek hevesi moda […]

Edebiyat

Buna Hakkınız Yok

Yazarı: Ufuk Saz
Yayımlanmış 13 Şub 2021
ABD-Türkiye Sözde Müttefik

  ABD ve Türkiye arasındaki gerginlik soğuyacak gibi durmuyor. En son ABD hâriciye vekîli Blinken, Senato Dış İlişkiler Komitesi’ndeki celsede namzetliğinin onaylanmasından önce senatörlerin suallerini cevaplarken “Bizim sözde stratejik müttefikimizin, en büyük stratejik rakibimiz Rusya ile aynı çizgide olması kabul edilebilir değil” dedi. Bu sözler yeni Amerikan idâresinin önümüzdeki devrede Türkiye’ye karşı tatbik edeceği politikalar hakkında mühim ipuçları veriyor. Her ABD intihabından sonra Türk umûmî efkârında oluşan yeni idârenin daha ılımlı politikalar tatbik edebileceğine yönelik müsbet havanın da çok uzun sürmeyeceği böylelikle anlaşılmış oldu. ABD-Türkiye münâsebetlerini tetkik ederken üzerinde durulması gereken bâzı ana başlıklar var: S-400-F35-CAATSA, YPG-SDG, FETÖ, Şarkî Akdeniz, 1915 hâdiseleri. 1)S-400-F35-CAATSA   S-400, F-35 ve CAATSA birbiriyle sıkı sıkıya irtibatlıdır. Türkiye çok uzun zamandır T-LORAMIDS (Turkish Long Range Air and Missile Defence System; Türk Uzun Menzilli Hava ve Füze Müdâfaa Sistemi) Projesi şümûlünde sistem tedâriki yapmak istemesine rağmen mezkûr projeyi netîcelendiremedi ve kendi sistemini yapmaya karar verdi. Bu vetîrede ilk merhale neticesinde seçilen Çin sisteminden vazgeçildi. ABD’nin Türkiye’nin şartlarını karşılamayan ve “kazık” Patriot teklifleri reddedildi. 2017 yılında âcil ihtiyaç şümulünde Rusya’dan S-400 sistemi alındı. İtalya-Fransa sistemi SAMP-T’nin müşterek istihsaline yönelik hamleler yapılsa da Fransa’nın siyâsî tavrından ötürü kayda değer bir ilerleme kaydedilemedi.   Türkiye NATO âzâsı bir ülke olarak Patriot ve SAMP-T sistemlerine öncelik vermesine rağmen maalesef müttefiklerimiz âdeta bu sistemleri almamızı istemez bir tavırla Türkiye’yi Rus sistemini almaya mecbur etmiştir. Bu tutumlarının Türkiye’nin mezkûr iki sistemden birini almaya mecbur olduğu yönündeki kanaatlerinden kaynaklandığı düşünülebilir ancak Türkiye millî menfaatleri gereği farklı bir tercih yapmak zorunda kalmıştır. ABD Türkiye’nin S-400 alımı sebebiyle milletler arası hukuka aykırı olarak F-35 programından çıkarılmasına karar vermiştir. Türkiye’nin projenin sâdece alıcısı değil aynı zamanda ortağı da olduğu unutulmamalıdır. Proje şümûlünde istihsal yapan Türk firmalar (Kale Havacılık, Alp Havacılık, TUSAŞ…) ve kesinleşmiş 100 adetlik siparişimiz bulunmaktadır. Yine bugüne kadar 1.25 milyar dolarlık ödeme yapılmıştır. Bütün bunlara rağmen ABD Türkiye için hâlihazırda hâsıl edilmiş 8 tayyârenin Amerikan Hava Kuvvetleri’ne devredilmesine ve Türk şirketlerinin tedârik zincirinden kademe kademe çıkartılmasına karar vermiştir.   Aynı mevzûu ile alâkalı olarak Türkiye’nin önüne CAATSA (ABD’nin Hasımlarına Müeyyideler Yoluyla Karşı Koyma Kânunu) meselesi çıkarılmaktadır. 2017 yılında Avrupa ve Avrasya üzerindeki Rus tesirinin kırılması maksadıyla çıkarılan kânuna Türkiye S-400 alımı sebebiyle muhâlefet ettiğinden müeyyidelerin muhâtabı mevkiindedir. CAATSA kânunu şümûlündeki 12 müeyyideden beşinin belirlenecek kişiler (SSB reisi İsmail Demir, Mustafa Alper Deniz, Serhat Gençoğlu, Faruk Yiğit) için tatbik edilmesi kararı alınmıştır. ABD eski reisi Trump’ın “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Obama idâresinden Patriot almak istedi fakat izin verilmedi. Obama zamanında Türkiye’ye âdil davranılmadı.” şeklindeki açıklamasına rağmen bu meselede ilerleme sağlanamadı. 2)YPG-SDG   PKK’nin Suriye kolu olduğu bilinen YPG’yi meşrûlaştırmak maksadıyla SDG (Suriye Demokratik Güçleri) isimli yeni bir teşkîlâtın kurulması Türkiye ve ABD arasındaki en mühim ihtilâflardan biridir. YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu SDG bir miktar Arap militana da sahiptir ve teşkîlâtın idâresi tamamıyla YPG’dedir. Esâsen bunu Amerikalı vazîfeliler de açıkça söylemektedir.     YPG ve SDG’nin  meşrûlaştırılması için ABD tarafından sunulan diğer bir tez mezkûr teşkîlâtların DAEŞ ile mücâdelede hâkim unsur olduğu yönündeki tezvirlerdir. Hakîkatte DAEŞ hâkimiyeti altındaki mıntıkaları YPG’ye devretmiştir. Rakka operasyonu sırasında yüzlerce DAEŞ mensubunun tahliye […]

Politika

ABD-Türkiye: Sözde Müttefik

Yazarı: Ömer Faruk Fidan
Yayımlanmış 30 Oca 2021

Posts navigation

    • 1
    • 2
  • Older posts Older posts
Mâkaleler
  • Beyannâme
  • Bir Tanrı Cilvesi
  • Millî Romantizm’in İdrâki
Son Yazılar
  • Ben ve Öteki
  • Hatâlar, hatâlar…
  • Politika ve Değerler Sistemi

© 2022 Gökkubbemiz – All rights reserved

Geliştirici WP – Designed with the Customizr theme