Politika ile değerler sisteminin bir münasebeti var mıdır? Politika deyince partiler, değerler sistemi deyince din mi aklınıza geliyor? Yoksa tartışmaya gerek yok paran kadarsın diyenlerden misiniz? Zaman zaman resmi merasimlerde görülür. Bir vazifeli çıkar ve x değerlerini korumaya yemin eder. İşte o korumaya yemin edilen değerler, insanların hayata bakışını ve yaşama üsluplarını şekillendiren en temel faktördür. Değerlerin politika ile münasebeti, meşru şiddet tekeline sahip gücün -ki bu umumiyetle devlettir- x değerlerini korumaya, geliştirmeye ve yaymaya talip olmasıyla başlar. Artık değerler felsefi boyutunun yanında politize de olmuştur. Amerikan değerleri, Sovyet değerleri, Batı değerleri, Doğu değerleri gibi kullanımlar ortaya çıkar. Devletleri temelde idari ve iktisadi olmak üzere iki sistem bazından tetkik edersek kabul edilen değerlere muvazi olarak devletler idari ve iktisadi sistemlerini belirginleştirirler. Mesela bir devlet liberal demokrasiyi benimsemişse iktisadi bakımdan da liberalizmden yana olacaktır. Bunun adına serbest piyasa yahud kapitalizm denir. Kapitalizmin bugün çok farklı türleri olduğundan liberal kapitalizm ile tarif etmek yerinde olacaktır. Eğer ki medyada gördüğümüz, kafamızı karıştıracak cinsten açıklamaların ve bilgi karmaşasının ötesinde düşünülürse politikayı anlamak çok kolay olacaktır çünkü devletlerin birbirleriyle mücadeleleri sistemlerini yaymak ve daha çok insanın kendi sistemleri içerisinde yaşamasını sağlamaya çalışmaktan ibarettir. Elbette bugünün dünyasında Batı’nın mutlak hakimiyeti ve Batı tipi küreselleşme ile dünyada alternatif değerler sistemi çok azalmıştır. Bu azalma alternatif değerler sistemi üzerine sistemlerini kuran ve işleten devletlerin mağlup olmalarıyla doğrudan alakalıdır. Yakın tarihteki ABD-SSCB rekabeti teoride anlatılanın pratikte anlaşılması için imkan sunar. ABD idari bakımdan liberal demokrat, iktisadi bakımdan liberal kapitalisttir. SSCB idari bakımdan komünist, iktisadi bakımdan marksisttir. İki devlet de benimsedikleri sistemlerin vaaz edicisi ve lideridir. O tarihlerde her devlet, siyasetçi hatta sıradan vatandaş bu ayrımda bir taraf tutmaya mecbur kalmıştır çünkü iki türlü yaşama şekli vardır ve bunlardan biri tercih edilecektir. Üçüncü yol yoktur. Hatta bu yaşama şekli bahsinden askeri ittifaklar dahi açıklanır. Bir yanda liberal demokrasi ve kapitalizmi koruyan NATO, diğer yanda komünizm ve marksizmi koruyan Varşova Paktı. Askeri ittifaklar aslında ittifak üyesi devletin yaşama şeklini korumaktadır. Bakınız o devirde yaşanan hadiseleri mikro ölçüde bilmek yeterli değildir. Küba krizini, Prag baharını, diplomatik restleşmeleri, nükleer gerilimi, çeşitli ülkelerde meydana gelen darbeleri bilebilirsiniz. Makro ölçüde meseleyi anlamak bunun ötesinde ve çok daha mühimdir. Türkiye bu meselede Cumhuriyet ile birlikte yönünü Batı’ya çevirmiş, liberalizmi ve demokrasiyi benimsemiştir. Zaman içerisinde NATO üyesi olmuştur. O zaman Türkiye’nin tarafı bellidir. Liberal demokrasi ve liberal kapitalizmin koruyucusu olan ittifakın üyesidir. Yani bu değerleri benimsemenin yanında koruyuculuğuna da soyunmuştur. Halen işletilen AB üyelik müzakereleri ile NATO’nun yanında AB’ye de üye olmayı hedeflemektedir. Hal böyleyken NATO’yu sadece askeri bir ittifak zanneden birtakım kişiler NATO’nun iki yüzlülüğünden bahseder oldular. NATO üyesi olup S-400 alabileceğimizi zannettiler. ABD yaptırım uygulayınca F-35 kötüydü zaten SU-57 alırız noktasına geldiler. Neyse ki Türkiye bu son hataya düşmedi. Bakınız eğer ki siz NATO üyesiyseniz liberal demokrasi ve liberal kapitalizme bağlılığınızı ve bu sistemleri koruyacağınızı vadetmişsinizdir. Bunun yanında NATO’nun tehdit dokümanını kabul edersiniz. NATO’nun tehdit dokümanı Rusya’yı düşman kabul ediyorsa politikanızı buna uydurursunuz. Stratejik düzeydeki ekipmanlarınızı NATO ülkelerinden temin edersiniz. İşin tabiatı da buna uygundur. NATO ülkelerinin ürettiği ekipman Rusya’ya karşı üretilmiştir. Rusya’nınkiler de NATO’ya […]
Ömer Faruk Fidan
Ukrayna krizinde bir ayı devirdik. Gelinen nokta nedir? Dünya neden bu kadar gerildi? Meseleyi hakkıyla konuşabildik mi? Krizi öteden beri Ukrayna-Rusya çatışması olarak değerlendirenler oldu. Halbuki gerilim NATO-Rusya arasındaydı. Hatırlayalım, 18 Ekim 2021’de Rusya Moskova’daki NATO irtibat bürosunu kapatmıştı. Batı medyası NATO ile Rusya arasında köprülerin atıldığına dair haberler yaptı. O günden bu güne taraflar sertleşti. Belarus-Polonya arasındaki mülteci krizi baş gösterdi. Yeni yıla Kazakistan’daki kargaşayla başlandı. Mana verilemedi. Günlük hadiselermiş gibi bakıldı. Ne zamanki Ukrayna-Rusya hududuna ordular yığıldı. Savaş tamtamları o zaman çalınmaya başlandı. Türk kamuoyunda sayın Tokmakoğlu hariç doyurucu açıklamalar görülemedi. Tokmakoğlu’nun ifadesiyle bir büyük kırılmaya doğru gidildi. Soğuk Savaş’tan sonra tarihin sonunun geldiği ifade edildi ve Rusya Batı ile diyaloğa girdi. Bir dönem NATO’ya davet edilmesi tartışıldı. SSCB nüfuzunda sayılan ülkeler birer birer Batı sistemine entegre oldu. Bu müddet zarfında Rusya toparlandı. 2008 NATO Bükreş Zirvesi’nde Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya katılabileceği söylendi. Rusya buna sert tepki gösterdi. Eğer iki ülkenin üyelikleri gerçekleşebilseydi Karadeniz’in bir NATO gölüne dönmesi ve Rusya’nın çepeçevre sarılması mümkün olacaktı. Bu Rusya’nın savunulmasını büyük ölçüde zorlaştıracaktı. Bükreş Zirvesi’nden dört ay kadar sonra Rusya Gürcistan’a müdahale etti. Abhazya ve Güney Osetya Gürcistan’dan koparıldı. Aslında bu strateji bir noktada NATO’nun elini kolunu bağlamak demekti çünkü eğer Gürcistan NATO’ya girerse 5. madde gereği NATO, Rusya ile savaşa girmiş olacaktı. Ukrayna’da ise 2012’de Rus yanlısı Yanukoviç seçildi. 2013 Kasım’ında imzalanmaya hazır olan AB Ortaklık Anlaşmasını imzalamayı reddetti. Bu noktada Rusya ile sıkı münasebetleri olan oligarkların çıkarlarının zarar görmesi söz konusuydu. Protestolar patlak verdi ve Yanukoviç 2014 Şubat’ında Rusya’ya kaçana dek sürdü. Bu tarihlerde Ukrayna ABD, AB ve Rusya’nın gri bölge operasyonlarına maruz kaldı. Batı tarafı protestolarla yani yumuşak güçle ülkenin yönünü tayin etmek isterken Rusya daha komplike bir plan uyguladı. Maskeli Rus askerleri hükumet binalarını işgal ettiler. Bölgede yaşayan etnik Ruslar silahlandırıldı. Jet hızıyla Kırım ilhak edildi. Donbas’ta çatışmalar çıktı ve bölge fiilen Rus kontrolüne geçti. Bugünki duruma gelindi. Putin geçenlerde ifade etti. Ukrayna NATO’ya girerse Kırım ve Donbas için ittifak 5. maddeyi işletmek durumunda kalacak. Bizimle savaş mı istiyorsunuz mealinde konuştu. Bakınız Ukrayna’nın gri bölgede kalması ve büyük güçlerin satrancının meydanı olması hepimize ders olmalıdır. Kazanan kimdir? Ülkeniz işgale uğramış, binlerce ölü ve yaralınız var, ticaretiniz durmuş, savunma harcamalarına milyarlarca dolar ayırmak mecburiyetindesiniz. Bu tabloda Ukrayna’nın kazanmadığı kesindir. Türkiye’de maksatlı ya da maksatsız NATO’dan çıkalım diyenler var. NATO’dan çıkmış bir Türkiye ne yapacak? Avrasyacılık yoluna mı gidecek? Bu yola gidecekse bundan menfaati ne? Bu tartışmaların yapılması bile tehlikelidir. Tarafların stratejilerini ifade edelim. Rusya SSCB nüfuz alanında tekrar etkin olmak istemektedir. Kırım Rus toprağı olarak kalmalıdır. Belarus’tan Ukrayna ve Gürcistan’a kadar güvenli bir hat tesis edilmelidir. AB Avrupa’nın güvenliğinin sağlanmasını talep etmektedir. Ukrayna’nın AB ile entegrasyonunu destelemektedir. Savaş yerine diplomasi kanalları ile krizin çözülmesini istemektedir. ABD Ukrayna’nın korunması için askeri tedbirleri almaktadır. Rus saldırısı ihtimali kalktığında Ukrayna’yı NATO üyesi yapmak istemektedir. Şimdi medyadaki o çoğu propaganda ve yanıltma bahsiyle servis edilen haberleri ve iddiaları bir kenara koyalım. Hatırlayın birinci ağızdan Olimpiyatlar sırasında işgal başlayacak dendi, 15-16 Şubat tarihleri verildi. Batı medyası yaygara kopardı. Bugün 17 Şubat ortada bir […]
Kabil 26 Ağustos günü patlamalarla sarsıldı. Bu patlamalar esasında bir terör teşkilatının tüm dünyaya tanıtılmasının galasıydı. Tam da tüm dünya gözünü Afganistan’a dikmişken tahliyelelerin bitmesine birkaç gün kalmışken yine o bildik Afganistan sahnesi herkesin zihninde canlandı. Canlı bombalar, etrafa dağılmış insan parçaları, feryatlar, kan ve gözyaşı… Onlarca ölü ve yaralı haberleri son dakika olarak bildirildi. Medya patlamanın görüntülerini aralıksız veriyordu. Herkes faili merak ediyordu. Öyle ya Taliban Afganistan’ı ele geçirmişti. Amerikalılar çekiliyordu. Merkezi hükümet herhangi bir mukavemet göstermeden idareyi devretmişti. Peki o zaman kim bu saldırıyı yapmıştı. Cevap yine medyadan tüm dünyaya ilan edildi: ISKP. ISKP İngilizce açılımıyla The Islamic State in Khorasan Province demek. Türkçe manasıyla İslam Devleti Horasan Vilayeti. Çok çeşitli kısaltma ve adlarla kullanımı mevcut. Bazıları şunlar; ISIS-K, ISK, DAEŞ-Horasan, IŞİD-H. İşin özü o Irak ve Suriye’den tanıdığımız IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) terör teşkilatının Horasan kolu. ISKP’nin kuruluşundan, eleman sayısından, Afganistan’da kontrol ettiği yerleşim yerlerinden bahsedelim ve yazıyı bitirelim. Herkesin yaptığı gibi, bizden istedikleri gibi. Mesela bir kere şunu soralım bu terör teşkilatları nasıl ve niçin ortaya çıkar? Ortaya çıkışları tesadüf mü? Terörün manası ne, ondan beklenenler neler? Yarın Türkiye’de bir bomba patlasa ve biz “The Islamic State in Anatolia Province”ız deseler ne diyeceğiz? Ülkemde bu soruları sormanın komplo teorisyenliğiyle eş değer olduğunu biliyorum ama yine de düşünmekten vazgeçemiyorum. Ekranda gördüklerim ile aslında olanlar arasında o kadar büyük tenakuzlar bulunuyor ki aklımın bu kadar hafife alınması beni rahatsız ediyor. Kim bilir beni yazmaya sevk eden de belki bu rahatsızlıktır. Meselelelerin anlaşılabilmesi için geçmişe gidelim. 1978’de Afganistan’da darbeyle komünist bir idare kuruldu. Bu komünist idareye karşı ayaklanmalar çıktı. 1979’da Afgan hükümetinin isteğiyle Sovyetler Afganistan’a müdahale etti. Sovyet güçleriyle savaşan Afgan mücahitler “Operation Cyclone” ile 1979’dan 1989’a kadar ABD tarafından desteklendi. Bu destek eğitim, para ve silah içeriyordu. Eğitimler Pakistan istihbaratı ve ordusu aracılığıyla verildi. Afganların yanında gönüllü Araplar da eğitildi. İşte dünyanın başına bela olacak terör teşkilatları El-Kaide ve Taliban o tarihlerde eğitilen milislerden kuruldu. Tabi daha sonra bu teşkilatlar ve ideolojileri dünyanın dört bir yanına yayıldı. IŞİD, Boko Haram, El Nusra, Eş Şebab gibi yerel çapta faaliyet gösteren bağlı terör teşkilatları kuruldu. ABD Sovyetler’in dağılmasıyla (belki de kendini feshetmesiyle!) kendini tek kutuplu dünyanın lideri olarak buldu ancak ABD dünyayı idare edebilmek için dün nasıl Sovyetler’e ihtiyaç duyduysa o gün de yeni bir düşmana ihtiyaç duydu. Elbette ortada ABD’ye rakip olacak ne devlet ne de devlet dışı bir aktör vardı. Öyleyse bunu yaratmak gerekiyordu. Önce oluşturulacak yeni düzenin teorik altyapısı sağlanmalıydı. Bunun için Samuel Huntington’un 1993 yılında meşhur Foreign Affairs dergisinde çıkan makalesi yeterli oldu. Daha sonra Huntington çalışmalarını zenginleştirdi ve 1996 yılında kitap haline getirdi. Huntington’un makalesinde işlediği tez “Medeniyetler Çatışması”ydı. Bu teze göre Soğuk Savaş sonrası devirde milletlerarası münasebetlerde belirleyici olan siyasi ve iktisadi fikirler değil medeniyetler olacaktır. Huntington çalışmasında dünyayı kendince medeniyetlere ayırıyor ve mücadelenin bu bloklar arasında yaşanacağından bahsediyordu. Elbette Medeniyetler Çatışması denince ABD’nin düşünülmesini istediği şey Garp ve İslam arasındaki çatışmaydı. Bu çatışmanın tarihi kökenleri yok değildi ancak söz gelişi Haçlı Seferleri zamanında bile savaşların asıl sebebinin siyasi […]
Açık kaynak istihbaratı -İngilizce karşılığıyla open source intelligence (OSINT)- belli bir gayeye yönelik olarak herhangi bir gizliliği bulunmayan, umumi efkara açık kaynakların taranmasıyla ele geçen verilerin kıymetlendirilmesi yoluyla elde edilen istihbarat çeşididir. OSINT, internetin ortaya çıkması ve enformasyon çağına geçilmesiyle birlikte ehemmiyet kazanmıştır. Çeşitli kaynaklarda OSINT metoduyla elde edilen istihbaratın toplam istihbarat içerisindeki payı %80-90 arasında ifade edilmektedir. Bu nispet, bilhassa halk arasında kapalı ve sırlarla dolu olarak bilinen ve yer yer James Bond filmleriyle karıştırılan istihbarat dünyasının aslında hiç de öyle olmadığının delilidir. Günümüz dünyasında istihbarat, sırların peşinde koşmaktan çok var olan verinin analiziyle alakadar olmaktadır. OSINT kaynakları gazete, mecmua, televizyon, radyo, internet, sosyal medya, röportaj, konferans, blog olarak sıralanabilir. Şu an okuduğunuz bu yazı ve blog da OSINT için bir kaynaktır. Aslında herkes farkında olarak ya da olmayarak OSINT yapar. Söz gelişi tarayıcınıza Ömer Faruk Fidan ismini yazarsanız yaşıma, fotoğraflarıma, e-posta adresime, eğitim gördüğüm okula, işime, sosyal medya hesaplarıma hatta tuttuğum takıma bile ulaşabilirsiniz. Bu verileri de belli bir gaye istikametinde kıymetlendirdiniz mi temel seviyede de olsa OSINT yapmış olursunuz. Bugün bahsedeceğim OSINT örneğine rastgele film izlerken rastladım. Filmin orijinal adı The Good Shepherd. Türkçe ismiyle “Kirli Sırlar”. Film 2006 yapım, yönetmeni ve yapımcısı ünlü aktör Robert De Niro. Başrollerinde Matt Damon ve Angeline Jolie oynuyor. Filmde CIA’nin öncüsü mevkiindeki OSS’in (Office of Strategic Service) kuruluşu, CIA’e dönüşümü ve CIA İstihbarata Karşı Koyma Bölümü’nün hikayesinden bahsediliyor. Film gerçek kişi ve hadiselere dayanarak kurgulanmış. Bu yönden yarı film yarı belgesel bir havası var. Filmin hikayesi Yale Üniversitesi edebiyat bölümünün çalışkan talebesi Edward Wilson’ın -gerçek hayattaki karşılığı James Jesus Angleton- General William Sullivan’ın -gerçek hayattaki karşılığı William Donovan- teklifiyle OSS’ye katılmasıyla başlıyor. Filmde Allen Dulles, Kim Philby, Jacoba Arbenz Guzman, Fidel Castro gibi tarihi şahsiyetler, Domuzlar Körfezi Çıkarması, 1954 Guatemala darbesi gibi hadiseler geçiyor. Filmin iki ile beşinci dakikaları arasında -tarih bu arada 16 Nisan 1961 yani Domuzlar Körfezi Çıkarması’ndan bir gün önce- Edward Wilson evinden çıkıp otobüse biniyor. Otobüste bir kadın, küçük bir çocuk aracılığıyla bir dolarlık banknotu bozduruyor ve banknotu Wilson’un almasını sağlıyor. Wilson karşılığında çocuğa bozukluk bir dolar veriyor. Wilson CIA merkezindeki bürosuna geliyor ve aldığı banknotu bürosundaki vazifeliye veriyor. Bu arada bürodaki vazifelinin elinde Wall Street’teki dostlardan geldiğini söylediği çanta dolusu para göze çarpıyor. Muhtemelen Domuzlar Körfezi Operasyonu için kullanılacak paraydı. Vazifeli bir kasa açıyor ve kasadan seri numarası ve kod ad şeklinde sütunlara bölünmüş bir kağıt çıkarıyor. Elinde tuttuğu banknotun seri numarasının karşısında kardinal yazıyor. Vazifeli kardinal ile bağlantılı olduğunu söylüyor ve sahne bitiyor. 3.57’deki bu sahnenin görüntüsünü aşağıya koyuyorum. Görüntüde yine kod adlar dikkati çekiyor. Bunların Hıristiyanlık dininde yer alan bir takım dini vazifelilerin isimleri olduğu göze çarpıyor. Söz gelişi sırasıyla bishop ve priest, psikopos ve rahip demek. Sanırım 15 Temmuz’u yaşamış herkesin aklına aynı şey geldi. Bu FETÖ terör teşkilatının kullandığı metod değil mi? Onların kullandığı kod isimler de imam, hoca, molla, abi vs. şeklinde gidiyor. Tabi FETÖ mensuplarının cüzdanlarında bulunan bir dolarların sırrı darbe teşebbüsünden sonra merak edilmiş ve 2 Ağustos 2016’da basınımızda yer alan haberlere göre sır […]
Bundan yaklaşık üç sene evvel -liseyi bitirmemi müteakiben- yaz günlerinin birinde hem harçlığımı çıkartmak hem de bilinmeyene yolculuk yapmak için arkadaşımla beraber Çorum’da bir eve misafir olduk. Misafir olduğumuz evin yaşıtım olan bir çocuğu vardı ve onunla daha önce tanışıyorduk. Beraber gittiğimiz arkadaşım evin çocuğuyla aynı liseden arkadaştı ve bana nazaran daha samimiydi. Ev her Anadolu köyünde rastlayabileceğiniz tarzda planlanmıştı. Büyükçe bir ağıl, kümesler, mahsulü işlemek için bir depo ve ne işe yaradığı hakkında fikrimin olmadığı daha birçok şey. Köyün -hafızam yanıltmıyorsa- yaklaşık üç km uzağında, yine aynı aileye ait iki katlı bir tarlanın ortasına kurulmuş ve sonradan hayvanların gecelemesi için yapıldığını öğrendiğim bir ağıl ev bulunuyordu. Bu tarz yerleşimlerin alt katı ağıl olurken üst katta çoban için bir oda yapılıyormuş. Vazifemiz öncelikli olarak birkaç gün içinde kurbanlık satışı için İstanbul’a gidecek yaklaşık 150 küçükbaş hayvanı kırkmaktı. Bunun yanında tarla işleri için de yardım edecektik. İşte böyle bir ortamda hayatımda ilk defa kendi yaşıtım olan bir mülteciyle birkaç gün de olsa zaman geçirme fırsatı buldum. Bu kişi evin çobanı Gafur’du. Çat pat Türkçesiyle bana hikayesini anlattı. Gafur Afganistan’dan Türkiye’ye -dile kolay- yürüyerek gelmiş. Huduttan yakalanmadan geçmiş, herhangi bir kaydı yok. Bu evde çobanlık yaparak aylık bin beş yüz TL kazanıyormuş. Yukarıda bahsettiğim ağıl evde kalıyor ancak çoban olduğu için çoğu zaman bir ağacın dibinde uyukluyormuş. Kazandığının çok büyük bir kısmını Afganistan’daki ailesine yolladığını söyledi. Az kazandığının farkındaydı ve yakında Ankara’da otelde çalışan Afgan arkadaşlarının yanına gideceğinden bahsetmişti. Üstündeki elbiseler dökülüyordu ve iyi beslenmediği belli oluyordu. Yine de mutlu ve umutluydu. Ona, yanımda verebileceğim hiçbir şey olmadığından -normalde hakaret kabul edilir- diş fırçamı vermiştim. O ise büyük samimiyetle elimi sıkmış ve birkaç defa “kullanılmış diş fırçası” için teşekkür etmişti. Yaşadığım bu tecrübe bende gelgitlere sebep olmuş vicdanım acıma duyguları içindeyken, aklım da bir yabancının hudutlardan nasıl geçebildiğini düşünmeye koyulmuştu. * Öncelikle belirtmeliyim ki bu insanları tanımlarken kullandığımız mülteci kelimesi günlük kullanımda doğru olsa da hukuki olarak yanlıştır çünkü ülkemizdeki muhacirlerin çok büyük bir kısmı geçici koruma statüsünde kabul edilmektedir. Az bir kısmı milletlerarası korumaya sahipken mülteci statüsünde sadece 28 kişi bulunmaktadır. Bu meseleyle ilgili Göç İdaresi Genel Müdür Yardımcısı Ok’un şöyle bir beyanatı var: “Suriyelilere mülteci statüsü vermiyoruz çünkü onlar bize iltica etmediler. Zorla yerlerinden edindikleri için onlara geçici koruma statüsü veriyoruz.”(1) Kanunlarımıza göre geçici koruma statüsünde bulunan mülteciler, ülkemize gelmelerine sebep olan karışıklık biter bitmez -ki Suriyeliler için bu savaştır- statülerini kaybederler ve geldikleri yere geri dönerler. Efkarıumumiyenin malumu olan görüntülerde Suriyelilerin bayram ziyareti için ülkelerine gittikleri ve daha sonra tekrar Türkiye’ye geri döndükleri görülmektedir. Eğer bir yere bayram ziyareti için gidilebiliyorsa orada temelli yaşanabilir. Hiçbir ülke böyle bir saçmalığa izin vermez. Bugün Suriye’nin şimal mıntıkalarında Türkiye’nin kontrolünde emniyetli sahalar ihdas edilmiştir. Kanuna muvafık olan Suriyelilerin o emniyetli sahalara gönderilmesidir. Türkiye’de kaç mülteci olduğu hakkında birbiriyle uyuşmayan çeşitli rakamlar bulunuyor. Elbette rakamların farklılığında mültecileri kayıt altına almanın zorluğu yatıyor. Biz yine Göç İdaresi Genel Müdür Yardımcısı Ok’un sözlerine kulak verelim. Ok’un açıklamalarına göre Türkiye’de 3,6 milyonu Suriyeli olmak üzere 5,5 milyon yabancı bulunuyor, bunun yanında […]
Son günlerde Türkiye’de derin devlet üzerine münakaşaların yapıldığı görülüyor. Münakaşaların başlangıcı organize suç teşkilatı lideri Sedat Peker’in seri halinde yayımladığı ifşa videolarına dayanıyor. İlk videonun yayımlandığı 2 Mayıs’tan bu yana birçok siyasetçi, bürokrat, gazeteci ve iş adamının ismi iddialar dahilinde geçti. Peker, Mehmet Ağar’ın derin devletin başı olduğunu iddia etti. Böylelikle zaten duymaya alışık olduğumuz derin devlet mefhumu bir kez daha umumi efkarın dikkatini celbetti. Derin devlet mefhumunun müşterek bir tarifinin olmaması birtakım kafa karışıklıkları yaratmaktadır. Derin devlet, Baskın Oran’a göre “Devlet yetkisini şu veya bu biçimde kullanan kişi veya kurumların meşruluk sınırları dışına taştıkları zaman şiddet kullanmaları halinde ortaya çıkan oluşum.” iken Mahir Kaynak’a göre “Ülkenin geleceğini planlayan ve bunu gerçekleştirmek için politikalar üreten bir akıl.” olarak tarif edilmiştir. İki tarif arasındaki taban tabana zıtlık giderilmediği müddetçe derin devlet münakaşaları boş lakırdıdan öteye gidemeyecektir. Bendenizin kullandığı tarif Mahir Kaynak’a ait olan olacaktır. Derin devletin tarifini netleştirdikten sonra hangi ülkelerde derin devlet olduğu, nasıl yapılandığı gibi sualler sorulabilir. Bu çeşit münakaşalarda görüşlerin doğrudan delillendirilmesi mümkün olmadığından yazılanların ancak birer iddia olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bizce dünya üzerinde kendisine bir misyon atfeden her devletin derin devleti bulunmaktadır. Misyonu olmayan söz gelişi Cezayir ya da Slovakya’nın derin devletinin olup olmaması hiçbir şey ifade etmez. Türkiye önce dünya üzerinde bir misyona sahip olup olmadığını netleştirmelidir. Türkiye misyona sahip olabilme şartlarına maliktir. Mahir Kaynak’ın tarifinden hareketle bu teşekküllerin, devletlerin geniş zaman periyodlarında tatbik edecekleri politikaları planlamak vazifeleridir. Mesela A ülkesinin elli yıllık zaman periyodunda karşılaşabileceği milli emniyet meseleleri, iktisadi zorluklar, teknolojik gelişmeler vb. masaya yatırılır ve buna muvazi tatbik edilmesi gereken politikalar belirlenir. Tarihten örnek vermek gerekirse İngiliz ve Almanlar petrolün ehemmiyetini çok daha erkenden farketmişler ve tatbik edecekleri politikalarda petrol mühim bir yer tutmuştur. Yine bu politikaları istikametinde Osmanlı ülkesinde erken zamanlarda teşkilatlanmışlar, çıkar gruplarıyla temasa geçmişlerdir. Derin devlet farklı ülkelerde başka şekillerde teşkilatlanmış olabilir. Derin devlet içinde barındığı devletin tarihi ve organizasyonuna muvazi olarak ortaya çıkar. Mesela müşahedelerime göre Britanya’da derin devlet krallık müessesesi iken Rusya’da istihbarat servisi bünyesindedir. ABD’de ise sermaye gruplarının içerisinde yuvalanmıştır. Türkiye’nin tarihi ve şartları düşünülürse derin devlet Türkiye’de askeriye bünyesinde teşekkül etmelidir. Türkiye’yi kuran kadrolar askeriyeden çıkmıştır. Askerler kendilerini Türkiye’nin hemen her meselesiyle alakadar olmak mecburiyetinde görmektedir. Örnek olarak “Mavi Vatan” namıyla bilinen Türkiye’nin su haklarını ifade eden doktrinin sahiplerinden Cihat Yaycı aslında mühendis asker olmasına rağmen deniz hukuku çalışmış ve Türkiye’ye dayatılan ve o zamana kadar kimsenin tetkik etmediği haritanın yanlış olduğunu umumi efkara duyurmuştur. Türkiye’de vazife yapan uluslararası hukuk ve deniz hukuku dersleri veren akademisyenlerimizin aklına bu haritayı tetkik etmek gelmemiştir. Tabi kapatılan askeri ortaokul ve liselerden sonra Cihat Yaycı ayarında münevver asker takımı yetiştirebilir miyiz, ayrı bir münakaşa mevzuudur. Türkiye’de askeriye bünyesinde bir derin devlet oluşması gerekirken askerlerimizin tavrı ideolojik davranmak ve düşünmekten öteye gidememiştir. Rejimin tehlikede olduğu gibi düşüncelerle demokrasiye müdahale etmiş ve maalesef esas itibariyle yönlendirilmişlerdir. Oysa askerler hadiseleri geniş bir çerçevede okuyabilmeli ve buna muvafık tavır almalıydı. Mesela sağ sol çatışmaları sebep gösterilerek 12 Eylül 1980 tarihinde asker darbe yapmış ve Demirel liderliğindeki 43. hükümet düşürülmüştür. Demirel’in […]
Milli güç unsurları mektep görmüş hemen herkesin bildiği veyahut en azından duyduğu bir mevzudur. Politika üzerine kafa yoranlar, analizlerini yaparken milli güç unsurlarını göz önünde tutmak mecburiyetindedir. Hedef ülke bu kıstaslara göre tetkik edilir ve ülkenin yapabileceklerinin hududu belirlenmiş olur. Milli güç unsurları en temelde dörde ayrılır. Bu dört temel unsur detaylandırıldığında ve diğer parametreler de hesaba katıldığında çok daha fazladır. Ortaya çıkan yeni şartlar yeni unsurların hesaba katılmasını gerektirebilir. Bugün ehemmiyetsiz gördüğümüz ya da tahayyülümüzün almadığı birtakım parametreler gelecekte mühim hale gelebilir. Aynı durum tam tersi için de geçerlidir. Şimdi dört temel milli güç unsuruna bakalım. Bunlar: siyasi güç, askeri güç, iktisadi güç ve sosyokültürel güçtür. Esasen herkes, farkında olarak ya da olmayarak milli güç unsurlarını analizlerinde kullanır. Mesela sıkça rastladığım ülkelerin ordularını mukayese etme videoları, askeri gücü baz alarak yapılmış bir değerlendirmedir. Televizyonda iktisatçıların bazı temel iktisadi verileri kullanarak ülkeleri mukayese etmesi iktisadi gücü baz alarak yapılan değerlendirmedir. Bu değerlendirmelerin yapılması gayet tabiidir ancak benim bir türlü rastlayamadığım sosyokültürel gücün esas alınarak yapıldığı analizlerdir. Politika konuşanların asker, bürokrat, iktisatçı ve siyasetçi takımından oluşması muhtemelen bu durumun en büyük sebebidir. Sosyokültürel güç tanım itibariyle bir milletin kültür, eğitim, sanat ve içtimai hayat bakımından ulaştığı seviyedir. Temel unsuru insandır. Bir nevi insan kaynağına yapılan yatırımı ifade eder. Sosyokültürel gücü ölçmek için çok çeşitli istatistiklere bakılabilir: bir ülkenin sahip olduğu üniversitelerin muvaffakiyeti, talebelerinin kabiliyetleri, eğitim sisteminin kalitesi, dili kullanabilme hünerleri, hane halkının kültür harcamaları, sahip olduğu kitap ve kütüphane envanteri, kitap ve gazetelerin ortalama baskı ve tirajları, vatandaşların kitap okumaya ayırdığı vakit, sinema ve tiyatro sayısı vb. İstatistikleri toplarken bazı zorluklarla karşılaşılabilir çünkü bu çeşit verileri toplayan müesseler her ülkede farklı olabilmekte ve ölçümlerin standart bir şekilde yapılması imkansız hale gelebilmektedir. Binâenaleyh sosyokültürel gücü gösteren ve aşağıda verdiğim verileri, tek bir kaynak tarafından yapılan istatistiklerden seçtim. İstatistiklere göre ABD, diğer milli güç unsurlarında gösterdiği performansı sosyokültürel güç bakımından da gösteriyor ve PISA sıralamasının nispeten düşüklüğü sayılmazsa her başlıkta zirveye oynuyor. Almanya, ABD’ye yakın sıralamaları tutturmuş görünüyor buna rağmen ABD’dekinin yaklaşık üçte biri kadar üniversitesini ilk 500’e sokabiliyor. Bunun sebebini ABD’nin nüfusu ve tüm dünyadan ABD’ye eğitim için gelen insanlar olarak açıklayabiliriz. Suudi Arabistan, ABD ve Almanya’dan fark yese de Türkiye’yi üç başlıkta geçiyor. Türkiye, ABD ve Almanya’nın yanına yaklaşamıyor. Bilhassa kelime sayısında on kata varan fark görülüyor. Türk üniversiteleri çok kötü performans gösteriyor ve Suudi Arabistan’ın bile dört üniversite soktuğu listeye yalnızca bir üniversite ile iştirak ediyor. Maalesef eğitim sistemi kalitesinde de çuvallıyoruz ve ancak doksan sekizinci sıradan listeye giriyoruz. PISA sıralamamız ortalamada olsa da diğer üç başlıktaki kötü sıralamaların gölgesinde kalmış oluyor. Türkiye’nin sosyokültürel güç bakımdan bu kadar zayıf olması bana Wittgenstein’ın meşhur “Dilimin hudutları dünyamın hudutlarıdır.” sözünü hatırlatıyor. Yedi bin kelimelik haznesiyle Türk çocuğu dünyadaki rakipleriyle nasıl rekabet edebilir? Ya da biz çocuklarımız bu haldeyken onlardan rakiplerini geçmelerini isteyebilir miyiz? Bu dille sanat, edebiyat, felsefe, ilim yapılabilir mi? Türkiye’nin sosyokültürel zayıflığı, dönüp dolaşıp 1932’den itibaren dil inkılabı ismiyle bilinen meşum teşebbüse dayanmaktadır. Bu teşebbüs, İngiliz dil alimi Geoffrey Lewis’in ifadesiyle “… Türkçe, kelime […]
Ülkemizde çeşitli vesilelerle Atatürk üzerine yapılan konuşmalara şahit oluruz. Herkes kendi bildiğince bir Atatürk portresi çizer. Çizilen portrelerin ekserisi, tarifi yapanın ideolojik temayüllerinin yansımasıdır. Bunda şaşılacak bir vaziyet de yoktur çünkü insanlarımız üzerine fikir beyan edilebilecek her şeyde aslında ideolojik saiklerle hareket etmeye alışmıştır. Muhakeme kelimesi kimsenin bakmadığı tozlu sözlüklerde unutulup gitmiştir. Atatürk de pek tabii olarak bundan nasibini almış bulunmaktadır. Yapılan tariflerin tamamının mütenakız olması mühim değildir. Herkes kendi Atatürk’üne dokunulmamasını ister ve bu tenakuzlar en sıkı düğümden bile güçlü görünür. Bizce Atatürk, farklı tasnif metodları göz önüne alınarak tetkik edilebilirse de üç temel profille açıklanabilir: Birincisi “Başbuğ” Atatürk’tür. Bu tarif umumiyetle milliyetçi çevreler arasında yaygındır. Atatürk yanına yerleştirilmiş Enver Paşa ve Alparslan Türkeş portrelerinin arasında görülür. Prensiplerinden biri de milliyetçilik olan Atatürk’ü olmadığı gibi göstermek niyetinde değiliz. Atatürk hiç şüphesiz bir Türk milliyetçisiydi ancak mesele Atatürk’ün Osmanlılık ve İslamlık kimlikleri yerine millet esaslı bir kimlik yaratmasının anlaşılamamasından çıkmaktadır. Yaratılan Türk kimliğinin bir soy esasına bağlı olmadığı netleştirilmelidir. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”(1) Bunun yanında Atatürk milliyetçiliğin bir siyaset olarak tatbik edilmesine de karşıdır. O halde Pan-Turanizm siyaseti güden Enver Paşa ile Atatürk nasıl yan yana gelebilmektedir. Milliyetçi dostlarımız Atatürk ya da Enver Paşa’dan birinin portresini indirmek mecburiyetindedir. “Muhtelif milletleri, müşterek ve umûmî bir unvan altında cem’ etmek [toplamak] ve bu muhtelif unsur kütlelerini aynı hukuk ve şerâit [şartlar] altında bulundurarak kavî [güçlü] bir devlet tesis etmek parlak ve cazip bir nokta-i nazar-ı siyasîdir. Fakat aldatıcıdır. Hatta, hiçbir hudut tanımayarak, dünyada mevcut bütün Türkleri dahi bir devlet hâlinde birleştirmek, gayr-i kabil-i istihsâl [mümkün olmayan] bir hedeftir. Bu, asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı hâdisât [hâdiseler] ile meydana koyduğu bir hakikattir.”(2) İkincisi “Gazi” Atatürk’tür. Mustafa Kemal Paşa’ya TBMM tarafından 19 Eylül 1921 tarihli kanunla “Gazi” unvanı verildiği herkesçe bilinmektedir. Atatürk’ün bu unvanını ön plana çıkartmaya çalışanlar onu sadece askeri cihetten ele almakta ve inkılaplarını yok saymaya çalışmaktadır. Oysa Atatürk askerliğinin yanında yeni bir devlet kuran kurucu liderdir. Hatta denilebilir ki Atatürk’ün liderliği ve inkılapçılığı askerliğinin önüne geçmiştir. Bu görüşü müdafaa edenlerin maksadı Atatürk’ün fikri tarafını yok sayarak açtıkları boşluğu kendi düşünceleriyle doldurmaktır. Bir yandan Atatürk ülkeyi kurtardı diyerek vatandaşlar taltif edilirken diğer yandan gizli ajandalarında yer alanları gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. İlk başlarda Atatürk ile açıktan kavgalı olan mevcut iktidar sahipleri bugün bu yola sapmış görülüyor. Üçüncüsü “Devrimci” Atatürk’tür. Bu görüşün müdafilerine göre Atatürk ile Fidel Castro portreleri yan yana asılabilir. Atatürk’ün padişaha isyan ederek bir sınıf hareketinin liderliğini yaptığına inanılır. Atatürk’ü ve Kurtuluş Savaşı’nda mücadele veren halkı sosyalist veyahut komünist göstermek niyetindeki bu kişiler çok büyük bir hataya düşmektedirler. Bizzat Sovyetler tarafından milli kurtuluş mücadelemiz bir “proleter” ihtilali olarak değil, bir “burjuva-milliyetçi” hareket olarak görülmüştür(3). Bunun yanında Atatürk’ün anti-emperyalist olduğu yönündeki bir alt görüş de burada değerlendirilmelidir. Atatürk Marksist terminolojinin anladığı manada anti-emperyalist değildir. Onun anti-emperyalistliği insana ve milli haysiyete verdiği samimi ve gerçek değerden kaynaklanmaktadır(4). Atatürk’ün şu sözleri bizi teyit etmektedir: “Şurası unutulmamalı ki, bu tarz-ı idare, bir bolşevik sistemi değildir. Çünkü, biz ne bolşeviğiz ne de komünist; […]
Ukrayna ve Rusya arasındaki son günlerde yoğunlaşan ve savaşa dönme ihtimali gittikçe artan krize dair birçok şeyler söylendi. Ezberler tekrarlandı, asker sayıları kıyaslandı. Krize bir de lider ve liderlik münâkaşaları üzerinden bakalım. Ukrayna’yı bekleyen asıl zorluklar nelerdir? Ukrayna menfaatleri için hangi politikaları tatbik etmelidir? Ukrayna liderliği krizi aşacak güçte midir? Suallerini cevaplayalım. Ukrayna ve Rusya arasındaki kriz Rus yanlısı Ukrayna cumhurreisi Viktor Yanukoviç’in 2013 yılında AB Ortaklık Anlaşması’nı askıya almasının ardından patlak verdi. Ülkede garp yanlıları protesto için sokaklara döküldü. Yanukoviç destekçisi Rus yanlılarının da sokağa inmesiyle iç savaş şartları oluşmuş oldu. İki taraf arasında zaman zaman çatışmalar yaşandı. Hâdiseler kontrol altına alınamayacak hale geldiğinde Yanukoviç Rusya’ya kaçmak mecbûriyetinde kalmıştı. Ayrılıkçıların (Rus silâh ve ekipmanı sağlanmış gruplar) ve muhtemelen Rus paralı askerlerin baskısıyla Kırım Parlamentosu Rusya’ya ilhakı sağlayacak referanduma gitti. Tatar Türkleri ve Ukraynalıların katılmadığı bu referandum netîcesi 16 Mart 2014’de Kırım gayri hukûkî olarak Rusya’ya ilhak olmuş oldu. Burada Türk umûmî efkârında sıklıkla yanlış bilinen bir realiteyi zikretmeliyim. Ukrayna rakamlarına göre Kırım’da bulunan nüfusun %60’ı Rus kökenli, %24’ü Ukraynalı ve %10’u Tatar Türk’üdür. Yani aslında Kırım’da Rus kökenli nüfus ekseriyettir. Kırım’ın ilhakının ardından yine Rus kökenlilerin ekseriyeti oluşturduğu Donbas mıntıkasında (Donetsk ve Lugansk’tan müteşekkildir.) 11 Mayıs 2014’te sözde referandumlarla sözde idâreler oluşturuldu ardından her ne kadar Rusya inkâr etse de Donbas mıntıkasına Rus askerî vâsıta ve ağır silâh yığınağı yapıldı. Ukrayna ordusu ayrılıkçılara ancak nisan ortalarında müdâhale edebildi. Hazirandan itibaren birçok meskûn mahali geri aldı ancak ayrılıkçıların saldırıları artırması ve çatışmaların başka mıntıkalara sıçraması ihtimali sebebiyle 5 Eylül 2014’te ateşkes imzâlandı. Böylelikle Donbas mıntıkasının bir kısmı Ukrayna ordusunun diğer kısmı ayrılıçıların kontrolünde kalarak cephe hattı oluşmuş oldu. Ateşkese rağmen cephe hattında zaman zaman çatışmalar çıkmaya devam etti. 2015’te imzâlanan Minsk muâhedesi tatbikindeki belirsizlik sebebiyle rafa kaldırıldı ve çeşitli diplomatik teşebbüslere rağmen mesele halledilemedi. Çatışmalar netîcesinde her iki taraftan 13 binden fazla kişi hayatını kaybetti. Nisan 2019’a gelindiğinde Ukrayna yeni cumhurreisi seçmek için sandığa gitti. İkinci tura kalan iki namzetten Vladimir Zelinskiy %73’lük rey nispetiyle cumhurreisi seçildi. Zelinskiy’i enteresan kılan şey onun devlet idârecisi profiline pek de uymayan geçmişiydi. 1978 doğumlu olan Zelinskiy çocukluğundan itibaren tiyatroya alâka duydu. Henüz ortaokuldayken ünlü komedi programlarında rol aldı. Hukuk fakültesinde okuduğu yıllarda arkadaşlarıyla birlikte bir komedi grubu kurdu. Yine komedi programları için senaryo yazdı ve çeşitli programlara çıkarak kendini milyonlara sevdirdi, Ukrayna’nın en meşhur ekran yüzlerinden biri oldu. Zelinskiy 2019’a kadar hiçbir siyâsî beyânatta bulunmadı ve hiçbir siyâsî tecrübe edinmedi. Onun seçilmesinde en çok tesiri olan şey ise başrolünü oynadığı “Halkın Hizmetkârı” dizisidir. Dizide yolsuzlukluk ve kirli siyâsetten bıkan halk Zelinskiy’nin canlandırdığı târih muallimi Vasiliy Goloborodko’yu cumhurreisi seçiyor. Vasiliy Goloborodko tahmin edeceğiniz üzere korumaya ihtiyaç duymadan bisikletle sokakları gezen ve yolsuzlukla cesurca mücâdele eden buram buram popülizm kokan bir karakterdi. Dizi Ukrayna’da reyting rekorları kırdı ve Zelinskiy’nin seçilmesiyle gerçek oldu. Elbette Zelinskiy gerçek hayatta dizide oynadığıyla mukayese edilemeyecek zorluklarla yüz yüze kaldı. Bunlardan en zor olanının Rusya ile yaşanan kriz olduğunu söyleyebiliriz. Zelinskiy’nin seçilme vetiresi bana birkaç yıl önce okuduğum Kissinger’ın Dünya Düzeni (Orjinal adıyla World Order-Neşir târihi Eylül 2014) […]
Kendimi bildim bileli Türkiye’nin bir Kürt meselesi var. Bu öyle bir mesele ki içtimâî mevkiniz ve yaşınız ne olursa olsun ucu bir yerden size dokunur. Kaçış yoktur. Dünyadan haberi olmayan küçük bir çocuk musunuz, babanız kahpe bir pusuda şehit edilir. Belki asker, belki polis belki de bir öğretmendir. Hayata yetim olarak devam edersiniz. Babanızın kan bedeli olarak size bir akbil verirler. Büyüdükçe sorarsınız neden diye, size verilecek bir cevap yoktur. Anadolu’nun şirin bir kasabasında emekli bir baba mısınız, oğlunuz askerlik çağına gelir. Bedelli yaptıracak kadar paranız yoktur. Hoş oğlunuz da istemez zaten. Bir türlü içine sindirememiştir bedelliyi. Tezkeresine birkaç gün kala vazîfeli olduğu karakol basılır. Kurtulan olmamıştır. Bir namaz sonrası câmi çıkışında haberi alırsınız. Vatan sağolsun dersiniz ama içten içe siz de sorarsınız neden diye, size verilecek bir cevap da yoktur. Bu satırlar bir masal ya da efsâne değildir. Hepsi yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Bazı kimseler Kürt meselesi ayrı PKK ayrı diyeceklerdir. Hatta siz Kürtlerle PKK’yı yan yana getiriyorsunuz. Kürtler sizin yüzünüzden PKK’ya katılıyor falan diye gevelemeye başlayacaktır. Onlara şu cevabı verin: Bir ülkede Kürt meselesi çözülsün denilerek askerî bir üsteki Türk bayrağının indirilmesine izin veriliyorsa, devletin anayasayla sabit üniter yapısı yerine federalizm münâkaşa ediliyorsa, terörle bağları ayan beyan ortada olan parti veya partiler kapatılmıyorsa, belediyelerin imkânlarını teröre kullandıranlara, Türk ordusuyla savaşmak için şehirlere yığınak yapanlara göz yumuluyorsa bunun PKK’dan ne farkı var. Bilakis PKK’nın bunları yapması ya da yaptırması mümkün değilken Kürt meselesini çözmek adına bunlar yapılmıştır, yaptırılmıştır. Üstelik bu millet, gencecik evlâtlarını şehit vermişken biz de şehit çocuğunun ve babasının sorduğu soruyu soralım, neden? Mâdemki Türk bayrağının indirilmesine izin verecektik, mâdemki federalizmi münâkaşa edecektik, neden? Neden? * Türk adâlet müessesesi geç de olsa harekete geçti ve HDP’nin kapatılması için ilk adım atıldı. Böylelikle uzun zamandır umûmî efkârın dikkatinden uzak kalan Kürt meselesi, Kürtçe, federalizm, PKK, HDP yeniden münâkaşaya açıldı. Münâkaşalar sırasında farklı partilerden çeşitli siyâsîlerin dile getirdiği parti kapatmanın meseleyi halledemeyeceği şeklindeki fikir dikkatimi çekti. Türkiye’de siyâseti az çok takip eden herkes HDP’den sonra yeni bir parti kurulacağını zaten tahmin ediyor ancak yine de devlet hukuku tatbik etmek zorundadır. Bunlar zaten yenisini açacaklar diyerek terörle bağı olan bir partiyi kapatmamakla zaten çalacaklar diyerek hırsızları hapsetmemek arasında bir fark var mıdır? Burada hukukun meseleyi çözemeyeceği, tatbikine gerek yokmuş gibi “Kânunlar var ama…” gibi açıklamalar yapmak çok tehlikelidir. O zaman sorarlar mâdemki tatbik etmiyoruz kânun niye var? Kânun ve hukukun tatbik edilmediği yerde de zaten devlet mânâsını ve meşrûiyetini yitirmiş olur. Kanaatimce meseleye “Parti kapatmak meseleyi halletmez.” gibi bir noktainazar yerine “Hukuk gereğini yapmalıdır. Bunun yanında meseleyi kökten halledebilmek için gerekli her türlü tedbir âcilen alınmalıdır.” şeklinde yaklaşmak daha doğru olacaktır. Burada okuyucu tabiî olarak meselenin halli için gereken tedbirleri soracaktır. Tedbirleri sunmadan önce mesele hakkında birtakım umûmî mâlûmata mâlik olmak gerekir. * CIA tarafından hazırlanan “The World Factbook” isimli ülkeler internet ansiklopedisi datalarına göre nüfusumuzun %19’unu Kürt kökenli vatandaşlarımız oluşturmaktadır. 2018 milletvekili seçimlerinde HDP %11.7 rey almıştır. Hesaplamayı kolay yapmak adına Türkiye nüfusunu 80 milyon, Kürt kökenli vatandaş nispetini %20 ve HDP rey nispetini %10 (Burada çeşitli sebeplerle […]
ABD ve Türkiye arasındaki gerginlik soğuyacak gibi durmuyor. En son ABD hâriciye vekîli Blinken, Senato Dış İlişkiler Komitesi’ndeki celsede namzetliğinin onaylanmasından önce senatörlerin suallerini cevaplarken “Bizim sözde stratejik müttefikimizin, en büyük stratejik rakibimiz Rusya ile aynı çizgide olması kabul edilebilir değil” dedi. Bu sözler yeni Amerikan idâresinin önümüzdeki devrede Türkiye’ye karşı tatbik edeceği politikalar hakkında mühim ipuçları veriyor. Her ABD intihabından sonra Türk umûmî efkârında oluşan yeni idârenin daha ılımlı politikalar tatbik edebileceğine yönelik müsbet havanın da çok uzun sürmeyeceği böylelikle anlaşılmış oldu. ABD-Türkiye münâsebetlerini tetkik ederken üzerinde durulması gereken bâzı ana başlıklar var: S-400-F35-CAATSA, YPG-SDG, FETÖ, Şarkî Akdeniz, 1915 hâdiseleri. 1)S-400-F35-CAATSA S-400, F-35 ve CAATSA birbiriyle sıkı sıkıya irtibatlıdır. Türkiye çok uzun zamandır T-LORAMIDS (Turkish Long Range Air and Missile Defence System; Türk Uzun Menzilli Hava ve Füze Müdâfaa Sistemi) Projesi şümûlünde sistem tedâriki yapmak istemesine rağmen mezkûr projeyi netîcelendiremedi ve kendi sistemini yapmaya karar verdi. Bu vetîrede ilk merhale neticesinde seçilen Çin sisteminden vazgeçildi. ABD’nin Türkiye’nin şartlarını karşılamayan ve “kazık” Patriot teklifleri reddedildi. 2017 yılında âcil ihtiyaç şümulünde Rusya’dan S-400 sistemi alındı. İtalya-Fransa sistemi SAMP-T’nin müşterek istihsaline yönelik hamleler yapılsa da Fransa’nın siyâsî tavrından ötürü kayda değer bir ilerleme kaydedilemedi. Türkiye NATO âzâsı bir ülke olarak Patriot ve SAMP-T sistemlerine öncelik vermesine rağmen maalesef müttefiklerimiz âdeta bu sistemleri almamızı istemez bir tavırla Türkiye’yi Rus sistemini almaya mecbur etmiştir. Bu tutumlarının Türkiye’nin mezkûr iki sistemden birini almaya mecbur olduğu yönündeki kanaatlerinden kaynaklandığı düşünülebilir ancak Türkiye millî menfaatleri gereği farklı bir tercih yapmak zorunda kalmıştır. ABD Türkiye’nin S-400 alımı sebebiyle milletler arası hukuka aykırı olarak F-35 programından çıkarılmasına karar vermiştir. Türkiye’nin projenin sâdece alıcısı değil aynı zamanda ortağı da olduğu unutulmamalıdır. Proje şümûlünde istihsal yapan Türk firmalar (Kale Havacılık, Alp Havacılık, TUSAŞ…) ve kesinleşmiş 100 adetlik siparişimiz bulunmaktadır. Yine bugüne kadar 1.25 milyar dolarlık ödeme yapılmıştır. Bütün bunlara rağmen ABD Türkiye için hâlihazırda hâsıl edilmiş 8 tayyârenin Amerikan Hava Kuvvetleri’ne devredilmesine ve Türk şirketlerinin tedârik zincirinden kademe kademe çıkartılmasına karar vermiştir. Aynı mevzûu ile alâkalı olarak Türkiye’nin önüne CAATSA (ABD’nin Hasımlarına Müeyyideler Yoluyla Karşı Koyma Kânunu) meselesi çıkarılmaktadır. 2017 yılında Avrupa ve Avrasya üzerindeki Rus tesirinin kırılması maksadıyla çıkarılan kânuna Türkiye S-400 alımı sebebiyle muhâlefet ettiğinden müeyyidelerin muhâtabı mevkiindedir. CAATSA kânunu şümûlündeki 12 müeyyideden beşinin belirlenecek kişiler (SSB reisi İsmail Demir, Mustafa Alper Deniz, Serhat Gençoğlu, Faruk Yiğit) için tatbik edilmesi kararı alınmıştır. ABD eski reisi Trump’ın “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Obama idâresinden Patriot almak istedi fakat izin verilmedi. Obama zamanında Türkiye’ye âdil davranılmadı.” şeklindeki açıklamasına rağmen bu meselede ilerleme sağlanamadı. 2)YPG-SDG PKK’nin Suriye kolu olduğu bilinen YPG’yi meşrûlaştırmak maksadıyla SDG (Suriye Demokratik Güçleri) isimli yeni bir teşkîlâtın kurulması Türkiye ve ABD arasındaki en mühim ihtilâflardan biridir. YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu SDG bir miktar Arap militana da sahiptir ve teşkîlâtın idâresi tamamıyla YPG’dedir. Esâsen bunu Amerikalı vazîfeliler de açıkça söylemektedir. YPG ve SDG’nin meşrûlaştırılması için ABD tarafından sunulan diğer bir tez mezkûr teşkîlâtların DAEŞ ile mücâdelede hâkim unsur olduğu yönündeki tezvirlerdir. Hakîkatte DAEŞ hâkimiyeti altındaki mıntıkaları YPG’ye devretmiştir. Rakka operasyonu sırasında yüzlerce DAEŞ mensubunun tahliye […]
Giriş Dünyada her gün binlerce siyâsî, iktisâdî ve askerî hâdise meydana gelmektedir ancak bu hâdiseler teker teker tetkik edildiğinde okuyucuya hiçbir şey ifâde etmemektedir. Meselâ Afganistan’da Taliban’ın gerçekleştirdiği bir intihar saldırısı haberi ile aynı gün Etiyopya’da iç savaş çıktığına dâir bir haber, dünya hakkında herhangi bir insicamlı modele sahip olmayan bir insan için hiçbir şey ifâde etmez. Bunların kendiliğinden ortaya çıkmış birbirinden müstakil hâdiseler olduğu düşünülür. Televizyonlarda bâzı mütehassıs kimselere bağlanılarak alınan bilgiler de kuşatıcı bir noktainazar sunmaktan uzaktır ve hâdiselerin târihi hakkında bilgi vermekten öteye geçmez. Netîcede okuyucu dünyanın birbirinden müstakil karışık hâdiselerle çalkalanan ve yarını tahmin edilemez bir yer olduğu intibaına kapılır. Bizce dünya zannedildiği kadar başıboş değildir. Günlük hâdiseler dünyayı anlamaya yönelik insicamlı bir model vâsıtasıyla açıklanabilir ve parçalar yan yana getirildiğinde mânâlı bir bütünü oluşturur. Şüphesiz böyle bir tahlil, biraz da meselelerin basite ircâ edilmesiyle yapılabilir ancak meselelerin bu şekilde basite ircâ edilmesinin bir metod değil bütüne ulaşmak için verilmiş bir taviz olduğu unutulmamalıdır. Coğrafi Keşifler ve Bir Kuşak Bir Yol Projesi Coğrafi Keşifler, en umûmî târifle, 15. yy’ın başından 17. yy’ın ortalarına kadar Portekizliler ve İspanyolların liderliğinde sürdürülen alternatif ticâret rotaları bulma ve kolonileştirme hâdisesinin adıdır. Keşifler şarkın zenginliklerine doğrudan ulaşmak ve bilinen ticâret yollarını tesirsiz bırakmak maksadıyla yapılmıştır çünkü Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında bulunan İpek Yolu ve Baharat Yolu Avrupalıları iktisâdî yönden zorluyordu. Bu zorlanma, şarktan gelen ham maddenin mâmul hâle dönüştürülüp Osmanlı Devleti üzerinden Avrupa’ya satılmasından bazen de doğrudan ham maddenin satılmasına rağmen vergiler ve taşıma ücretleri sebebiyle artan fiyatlardan kaynaklanıyordu. Yani Avrupa’nın ithal ettiği her kalem mal ham madde olsa dahi Osmanlı Devleti için gelir demekken Avrupa için fâhiş fiyat ve siyâsî rakibini kuvvetlendirmek demekti. Böyle bir ticârî muvâzenenin süremeyeceği ve Osmanlı Devleti’nin zamanla siyâsî olarak da Avrupa’yı hâkimiyeti altına alacağı düşünülebilir ancak bu iktisâdî zorlanma netîcede Avrupalıları Coğrafi Keşifler’e zorladı ve Osmanlı Devleti’nin gereken hamleleri yapamaması sebebiyle çöküşünü hazırladı. Bu bakımdan Coğrafi Keşifler, iktisâdî hamlelerin siyâsî haritalara nasıl derinden tesir ettiğini gösterir klasik bir misaldir. Bir Kuşak Bir Yol Projesi, Çin devlet reisi Xi Cinping’in 2013 yılında bir dizi Asya ülkesine yapmış olduğu ziyâret esnâsında açıkladığı ve 2049 yılında bitirilmesi planlanan inisiyatifin adıdır. Proje her ne kadar 2013 yılında resmen açıklansa da Şangay İşbirliği Örgütü (2001) ve BRICS (2006) gibi teşkîlâtların kurulmasıyla çok daha önceden bâzı hazırlıklar yapılmıştır. Dünya GSMH’sinin %42’si, dünya nüfusunun %64’i, karaların %40’ı, bilinen enerjinin %75’i proje şümulündedir(1). Projeye 69 ülke dâhildir ve projeye iştirak edecek ülke sayısının daha da artması beklenmektedir(2). Esâsen bu proje Coğrafi Keşifler devrinde gördüğümüz üzere ticâret yollarını elinde tutan hâkim güce karşı alternatif ticâret rotaları oluşturmanın ve önce iktisâdî üstünlüğün ardından da siyâsî hâkimiyetin ele geçirilmesi hâdisesinin bugüne intibak ettirilmiş bir versiyonu olarak değerlendirilebilir. Çin bu projeyle dünyanın “keşfedilmemiş” mıntıkalarına erişmeye ve ihrâcatından en büyük payı kapan ve aynı zamanda hâkim güç olarak rakibi olan ABD’ye alternatif pazarlar yaratmaya çalışmaktadır. Zaten ABD 2018 yılından itibaren Çin’e karşı serbest ticâret kâidelerini hiçe sayarak ticâret savaşı başlatmış ve ek vergiler, târifeler vâsıtasıyla âdil olmayan şartları Çin’e dayatmaya çalışmıştır. Değerlendirmeler […]
Âzerbaycan’ımızın işgâl altındaki topraklarını kurtarması, 10 Aralık günü Âzâdlık Meydanı’ndaki muhteşem bir merâsimle kutlandı. Âzerbaycan’a savaşın başından beri her sâhada destek veren Türkiye de bu desteğinin nişânesi olarak merâsimde reisicumhur Erdoğan ve 2. Komando Tugayı’na bağlı askerlerle temsil edildi. Merâsim boyunca Erdoğan ve Aliyev’in konuşmalarını, savaşta kahramanlık gösteren askerlerin geçişini, Ermenistan ordusundan ganîmet olarak ele geçirilen ve Azerbaycan ordusunun sâhip olduğu modern teçhîzatların sergilenmesini izledik. Zaman ilerledikçe merâsimi izlemek için toplanan halk, kendilerine ayrılan kısmı yer yer aşarak kendilerini heyecan selinin kollarına bıraktılar. Şüphesiz bu manzara, Türk olma şuuruna erenlerin gurunu okşayacak heybetteydi. Reisicumhur Erdoğan, konuşmasını yaparken bir şiir de okudu: “Aras’ı ayırdılar Kum ile doldurdular; Ben senden ayrılmazdım Zor ile ayırdılar, Ay Lâçin, can Lâçin, Men sene kurban Lâçin” Bâzı matbûat ve neşir organlarında bu şiirin Bahtiyar Vahapzade’ye ait “Topraktan Pay Olmaz” şiirinin bir parçası olduğu iddiâ edildi. Bâzılarında ise Aras türküsü olduğu yazıldı. Hakîkatte ise şiir ne Vahapzade’ye aitti ne de yazıya geçirilmiş böyle bir türkü vardı. Şiirin ilk dört mısraı bir bayatıdır*. Son iki mısra ise bir Azerbaycan türküsünün kavuştak kısmıdır. Erdoğan konuşmasının seyri içerisinde bu iki şiir parçasını birleştirerek kullanmıştır. Bilgisizlikten mi yoksa umursamazlıktan mı bilinmez ama matbûatımızın böyle fâhiş bir hatâya düşmesi tam ma’nâsıyla bir rezâlettir. Merâsim vesîlesiyle bâzı enteresan hâdiseler de cereyan etti. Merâsimden bir gün sonra Îran Hâriciye Vekili Cevad Zarif Twitter üzerinden Erdoğan’ı tenkit eden bir mesaj paylaştı. Zarif mesajında “Kimse Erdoğan’a, Bakü’de yanlışlıkla okuduğu şiirin, Aras Nehri’nin kuzey bölgelerinin İran’ın ana topraklarından zorla ayrılmasıyla ilgili olduğunu söylememiş” ifâdelerini kullandı. Zarif sözlerini “Acabâ bu şiirle Âzerbaycan Cumhûriyeti’nin hâkimiyetine zarar verdiğini bilmiyor muydu? Kimse sevgili Âzerbaycanımız hakkında konuşamaz” diye sürdürdü. Ancak bu mesajı Türk ve Îran umûmî efkârı tarafından anlaşılamadı. Îran tarafı, Türkiye’nin Îran toprakları üzerinde gözü olduğu şeklinde hülâsa edilebilecek bir tezvîrâta girişirken Türk tarafı da Türkiye’nin milletlerarası câmiada Îran’ı destekleyen az sayıdaki ülkelerden biri olduğunu ve Îran’ın tavrının anlaşılmaz olduğunu vurgulayan umûmî bir açıklamayla iktifâ etti. Bu yanlış anlamalar silsilesinin kıvılcımını yakan Zarif’in mesajı hakîkatte neye işâret ediyordu? Bunu anlamak için Âzerbaycan târihi hakkında umûmî bir bilgiye sâhip olmak kâfidir. “Azerbaycan’ın kaderini belirleyen devletlerin başında Rusya gelmektedir. Rus İmparatorluğu, 1813 yılında İran’la Gülistan, 1828’de ise Türkmençay Anlaşmaları imzalanır. Bu anlaşmalar Azerbaycan topraklarını ikiye böler; Kuzey ve Güney. Aras nehri iki Azerbaycan arasında sınır olarak belirlenir.”(1) İktibastan anlaşılacağı üzere Zarif, Erdoğan’ın okuduğu mısraların yazılma sebebine işâret ediyordu. O mısralar, Aras Nehri’nin kuzeyinde kalan toprakların Rus işgâli altına girmesi üzerine yazılmıştı ve Zarif’in mesajında belirttiği gibi Kuzey Âzerbaycan’ın Îran’ın ana topraklarından ayrılmasına atıf yapıyordu. Târihî arka plan bilindiğinde mezkûr şiirin merâsimde okunması abesle iştigâldir. İlâveten Âzerbaycan’ın Îran’ın parçası olduğunu zımnen ifâde etmiş olur ki bu da yine Zarif’in mesajında belirttiği üzere Âzerbaycan Cumhûriyeti’nin hâkimiyetine zarar vermiştir. Elbette bu düşünceler mevcut Îran devletini, Kaçar Hânedanlığı tarafından idâre edilen Îran devletinin mi’rasçısı olarak kabul ettiğimiz takdirde doğrudur. Bizce Zarif’in noktainazarı hakîkatleri çarpıtmaktadır. Bir defa 1040’taki Dandanakan Savaşı’ndan i’tibâren Türkler Îran’ın büyük kısmını ele geçirdiler. Bu hâkimiyetlerini iki asırlık Moğol hâkimiyeti hâriç 1923’e kadar sürdürdüler. Türkler, Îran üzerinde Mısır’daki misalden farklı […]
Giriş Ülkemizde Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine yapılan münâkaşalar bitmek bilmez ancak bu münâkaşaların kâhir ekseriyeti inanç, ideoloji ve basmakalıp ifâdelerin dar sığlığından bir türlü kurtulamaz. Esâsen bu münâkaşalar imparatorluk henüz hayatta iken dahi vardı. Tanzîmat devri münevverleri imparatorluk için çeşitli kurtuluş reçeteleri sunuyorlardı ancak belki onların bile dile getirmekten çekindiği hakîkat Osmanlı İmparatorluğu’nun ıslâhatlara rağmen modern devletler sistemi içerisinde hayatta kalmasının mümkün olmadığıdır. Netîcede imparatorluk kısa bir süre sonra yıkıldı ve devlet normal şartlarda yapılamayacak inkılâplar silsilesiyle bugünkü modern halini aldı. Dünya siyâsî tarihi incelediğinde devletin istihâlesi ve modern Türkiye’nin kuruluşu epey geç bir zamana rastlar. Yazıda bahse mevzû edilecek XIV. Louis’in Fransa’sı 17. yy’ın ortalarından îtibâren modernleşirken Büyük Petro’nun Rusya’sı da 18. yy’ın başında aynı vetîreyi yaşamıştı. Buradan hareketle 17. yy’ın ortalarından günümüze seçilen devletlerin değişim ve modernleşme hareketleri kıyaslamalı olarak ele alınacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş ve Atatürk inkılâpları bu minvalde incelenecek, günümüzün kısa bir tahlili yapılacaktır. Fransa Fransa’da IV. Henri (1589-1610) uzun ve yıkıcı dînî iç savaşlardan sonra monarşinin otoritesini sağladı. Devlet resmen Katolik kalmakla birlikte, Fransa’nın millî menfaatleri Papalığın menfaatlerinden hep ayrı düşünülmüştür. XIII. Louis’in saltanatı sırasında (1610-1643) kralın başvekili ve Kilise’nin kardinali olan Richelieu, orduyu merkezî otoriteyi kabul etmeyen kale ve şehirleri ortadan kaldırmada muvaffak olacak şekilde kullandı. Böylece, monarşi otoritesi Fransa’nın hemen hemen her yerinde ilk kez tam olarak sağlandı ve Fransız tipi mutlakıyetçi monarşi, Avrupa’nın modern hükûmet şekli olarak, muvaffakiyet kazandı; öteki devletlerce taklit edilecek bir model oldu. XIV. Louis devrinde (1643-1715) ise daha radikal değişiklikler yaşandı. XIV. Louis ortaçağa ait eski feodal serbestiyetlerin ülkeye karışıklıktan başka bir şey getirmeyeceğini anladı. Daha Westphalia Barışı(1648) sırasında toprağa bağlı soylular, Kral Naibi Mazarin’e karşı ayaklanmışlar, bir ara Paris’te kontrolü ele geçirmişler, Meclis’in (Etats-Genereaux) toplanmasını isteyerek, Fransa ile savaşmakta olan İspanya ordusunu dâvet etmişlerdi. 16. asrın din savaşları ve 1648 ayaklanmaları, Fransız halkına, toprak aristokrasisinin üstünlük iddialarına karşı kralın güçlü idâresini tercih etmeleri gerektiğini gösterdi. Bu şartlar altında, “devlet benim” diyecek kadar ileri gidecek olan XIV. Louis, sınıflar ve dinlerle bölünmüş bulunan Fransa’da bütünleştirici gücün millî monarşinin mutlakıyetçiliği olduğunu anlamıştır. XIV. Louis merkeziyetçi otoriteyi sağladıktan sonra orduya çekidüzen verdi. Daha önce ordu, bir cins “husûsî teşebbüs” gibiydi. Para ya da çeşitli siyasî gâyelerle istedikleri hükûmete hizmet eder vaziyetteydiler. Nitekim 1648 ayaklanmalarında soyluların yanında yer almışlardı. Dolayısıyla, bu askerlerin yaptıkları savaşlar devletin bir fiili değildi ve sık sık gâyesiz çapulcular mücâdelesine dönüşüyordu. XIV. Louis’nin bu sâhadaki en mühim muvaffakiyeti, savaşı devletin bir fiili şekline sokmasıdır. Bunun için Fransa’da her askerin yalnız kendisi için savaşmasını sağladı. Kendisi en tepede olmak üzere, tam bir askerî hiyerarşi, emir-komuta zinciri kurarak,askerlere tek tip üniforma giydirdi, sürekli oturacakları barakalar kurdurdu. Kısaca, orduyu tam bir disiplin ve kontrol altına aldı. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ordunun hâlâ belirli bir hânedana (Bourbon) bağlı kılınmasıdır. 19. ve 20. asırların “vatandaş-ordu” ya da “millet-ordu” anlayışı, ancak 1789 Büyük Fransız İhtilâli’nden sonra ortaya çıkacaktır. Rusya 18. asırda Büyük Petro (1682-1725) ve II. Katerina’nın (1762-1796) hükümdarlıkları devrinde Rusya’nın hikâyesi, garba doğru genişleme ve Garplılaşma çabalarını anlatır. Her iki monark da, Hollandalı, […]