Bundan evvel kaleme aldığımız ve burada Gökkubbemiz’de neşrettiğimiz muhtelif makâlelerde, eski harflerden yeni harflere çevrilen şiir kitaplarındaki okuma yanlışlarına işâret etmiş ve yeri geldiğinde de bunları misâllar vermek suretiyle göstermiş idik. Ne yazık ki hatâlar, okuma yanlışları bitmiyor ve bilhassa günümüzde bu şekilde neşredilen kitaplarda bir sürü yanlışlar her bir sayfada arz-ı endâm etmeye devam ediyor; yeri geldiğinde okuyan kimselerin tecennün derecesine varacak kadar sinir krizleri geçirmelerini mûcip oluyor. Daha evvelden de söylediğimiz gibi bu türlü okuma yanlışlarının en büyük iki sebebi hiç şüphe yok ki bilgisizlik ve dikkatsizliktir. Alâka sâhamız daha çok eski harflerden yeni harflere çevrilen dîvanlar ve diğer şiir kitapları olduğu için eğer bunların üzerinden konuşacak olursak bilhassa üzerinde çalışılan metne hâkim olmama bu türlü hatâlar zincirinin başlamasına sebep olmaktadır. Çalışılan metnin muhtevâsı, daha önceden yerleşmiş olan kelime kalıpları, şâirlerin duygularını, hayâllerini ifâde etmek için istifâde ettikleri mazmunlar dikkate alınmadığı için hatâ üzerine hatâ yapılmaktadır. Bütün bunların yanına bize şiirleri okumada en büyük yardımcı olan aruz vezninin bilinmemesi yâhut az bilinmesi de bu tür hatâlara düşmeyi kolaylaştıran âmillerden birisidir. Hakikaten vezne hâkim olan birisinin de bu tür hatâlar yapması mümkün olmakla berâber bilmeyen kimseler nazaran daha düşüktür. Bu bilgisizlik ve eksik bilginin yanına dikkatsizlik de eklenince bugün eski edebiyat ile alâkalı birçok kimsenin elinde olan neşir fâciası kitaplar meydana gelmektedir. * Bundan daha evvel, “Geç Kalmış Bir Tenkit” isimli makâlemizde Ziyâ Paşa’nın ve “Bir Neşir Fâciası” isimli makâlemizde de Recâîzâde Mahmud Ekrem Bey’in yeni harfler ile bütün şiirlerini ihtivâ eden kitaplardaki fâhiş, kabul edilmez ve gülünç yanlışlardan bahsetmiş ve deryâdan bir katre kabîlinden olmak üzere bunlardan birkaç tane örnek vermek suretiyle bu yanlışların nasıl büyük yanlışlar olduğunu göstermeye çalışmıştık. Bu makâlemizde nazar-ı tenkid ile bakmak isteğimiz kitap, M. Kayahan Özgül Bey tarafından neşre hazırlanan ve Kitabevi Yayınları tarafından 2015 senesinde basılan Hersekli Ârif Hikmet Bey isimli kitaptır. Esâsen bu kitap müstakil bir kitap olmayıp Şiirin Hazanında Gazel Dökenler ismi verilmiş bir kitap serisi içerisinde ikinci kitap olarak neşredilmiştir. Bu kitap serisine dâhil şâirler, Yenişehirli Avnî Bey, Hersekli Ârif Hikmet Bey, Leskofçalı Gâlib Bey, Osman Nevres Efendi ve Muallim Nâcî olup hepsi de serinin isminden de anlaşılacağı üzere eski şiirin sona ermeye başladığı bir devirde eser vermiş, M. Kayahan Özgül Bey’in ta’biriyle şiirin hazanında gazel dökmüş kimselerdir. Evvelâ bu teşebbüsünden dolayı M.Kayahan Bey’i tebrik etmek lâzımdır. Hakikaten eski eserlerimizin bugün yeni harflerle ve güzel bir baskı kalitesi içerisinde neşredilmeleri oldukça mühimdir. Zîrâ bu hususta son yirmi yıldır güzel neşirler olmakla berâber oldukça geri kaldığımız bir gerçektir. Bugün büyük şâirlerimizin bile birçoğunun dîvânı tenkitli yahut kaliteli bir şekilde basılmamıştır.(1) Hâlbuki hudut komşumuz olan İranlıların Hâfız, Sa’dî, Hayyâm, Sâib gibi büyük şâirlerinin eserlerini ne kadar ciddi, kaliteli ve estetik bir şekilde bastıkları, hattâ bu eserleri büyük Garp dillerine tercüme bile ettikleri bu işler ile alâkalı kimselerin ma’lumudur. Ancak makâlemizin mevzuunu teşkil eden Hersekli Ârif Hikmet Bey isimli kitaptaki okuma yanlışlarının ne yazık ki doktor unvanlı bir akademisyene yakışmayacak kadar çok ve büyük olmaları, bu güzel teşebbüsün üzerine büyük bir gölge düşürmektedir. Aslında bu okuma yanlışları sâdece bu kitaba […]
Ufuk Saz
Bundan üç yıl evvel, lise tahsilimi tamamladıktan sonra 2018 senesinin Temmuz ayında açıklanan üniversite imtihanları neticesinde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmeye hak kazanmış ve birkaç ay sonra ekim ayında on bir yıldır yaşadığım şehir olan Amasya’yı ve âilemi geride bırakarak üniversite tahsiline başlamak maksadıyla İstanbul’a gelmiştim. Bu, aslında İstanbul’a ilk gelişim değildi. Bundan önce birçok defa yaz tatillerinde ve fırsat buldukça İstanbul’a gelmiş ve birçok târihî ve görülmeye lâyık mekânları gezme imkânım olmuştu. Ancak bütün bu seyahatlerde kaldığım günlerin müddeti bir ayı geçmiyordu ve ben en sonunda Amasya’ya geri dönüyordum. Hâlbuki bu gelişim böyle değildi. Artık bir senenin neredeyse tamâmını bu şehirde geçirecektim. Onun kışını da yazını da görecek, her türlü zorluklarıyla karşı karşıya kalacak, onunla baş etmeye çalışacak, hülâsa onunla yaşayacaktım. İlâveten İstanbul’da üniversite okumanın nasıl bir şey olduğu hakkında da neredeyse hiçbir bilgim yoktu. Bu yüzden fevkalâde heyecanlıydım. İstiyordum ki burada kaldığım zaman içerisinde sâdece fakülteden eve gidip gelmeyeyim; İstanbul’un daha önce görmediğim veya tekrar görmek istediğim yerlerini de ziyâret edeyim; İstanbul’u hissedeyim. Ancak geldikten neredeyse bir ay sonra, şehrin karmaşası ve ilk defa görmeye başladığım hukuk derslerinin ağırlığı içinde bu istediğim şeyin kolay kolay yapılabilecek bir şey olmadığına kanâat getirdim. Ancak buna rağmen fırsat buldukça şehir içinde küçük seyâhatler yapmaktan da geri kalmıyordum. İlâveten talebesi olduğum üniversitenin, Beyazıt gibi eski bir muhitte birçok târihî eser tarafından kuşatılmış bir hâlde olması, her gün istemesem de küçük bir târih tünelinin içinden geçmemi sağlıyordu. Meselâ havanın güzel ve yumuşak olduğu bazı zamanlar, akşamları işlerimi halledip fakülteden çıktıktan sonra tramvaya binmek yerine Dîvan Yolu tarikiyle Eminönü’ne kadar yürür, bu sâyede de birçok eski eser ile temas etme fırsatı bulurdum. Evvelâ İstanbul Üniversitesi’nin ihtişamlı ve hakikaten de fevkalâde san’atlı olan meşhur kapısından çıkar, Beyazıt Câmii’nin yanından geçerek Sahaflar Çarşısı’na uğrardım. Daha sonra Dîvan Yolu’na çıkar, Çorlulu Ali Paşa Câmii, Atik Ali Paşa Câmii, Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, Çemberlitaş, Sultan İkinci Mahmut Türbesi, Firuz Ağa Câmii, Sultanahmet ve Ayasofya Meydanı, Bâb-ı Âlî, Gülhâne Parkı ve Sirkeci Garı başta olmak üzere bu türlü mühim ve kıymetli eserlerin arasından geçerek Eminönü’ne gelir ve Kadıköy vapuruna binerdim. Bazen bu eserlerin arasına Kapalıçarşı ve Nuruosmâniye Câmii gibi başka mühim âbideler de katılır ve kat’ ettiğim yol biraz daha revnak bulurdu. Bu kısa ancak târihî ve güzel yürüyüşler sırasında tesâdüf ettiğim eserlerden birisi de Beyazıt Meydanı’ndan birazcık ileride olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi içerinde teessüs etmiş İstanbul Fetih Cemiyeti ve Yahyâ Kemâl Müzesi idi. Bu medresenin önünden geçerken gözüm mutlaka kapısı üzerindeki ta’lik hat ile yazılmış kitâbeye takılır, bu sırada duvarda asılı olan “Yahyâ Kemâl Müzesi” tabelası da dikkatimi çekerdi. Ancak Yahyâ Kemâl’i edebiyat derslerinden ve Sessiz Gemi gibi oldukça meşhur şiirlerinden ismen de olsa tanıyor olmama ve İstanbul’a duyduğu sevgi sebebiyle de ona karşı belli belirsiz bir muhabbet beslememe rağmen bir kere bile bu medresenin kapısından içeri girmek ve müzeyi ziyâret etmek gibi bir şey aklıma gelmedi. Zîrâ o zamanlar, henüz daha azîz hocam Nihad Sâmi Banarlı’yı tanımamıştım. Bu yüzden de bir sarhoş gibi etrâfımda olan şeylerin hakikî kıymetlerinden gâfil bir şekilde dolanıyor ve […]
Dîvan edebiyâtı yâhut İslâm medeniyeti içerisinde inkişâf eden yüksek zümre edebiyâtı, Tanzîmat devrinden Cumhuriyet devrine kadar zaman zaman tenkit oklarının hedefi olmuştur. Başta Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa, Recâizâde Mahmud Ekrem olmak üzere birçok edebiyatçı, dilinin birçok Farsça ve Arapça kelime ihtivâ ettiğini, şâirlerin mütemâdiyen içki, meyhâne ve sevgiliden bahsettiğini, gerçek hayattan ve cemiyetten kopuk olduğunu ve birçok şâirin söz san’atları için ma’nâyı fedâ ettiğini söyleyerek onu şiddetli bir şekilde tenkit etmiştir. Bu tenkitlerin bir kısmı, Garp medeniyetinin dâhilinde doğmaya başlayan yeni edebiyâtı ve yeni dünyâ görüşünü yerleştirmek maksadıyla tevcih edildiği için ilmîlikten ve mantıktan mahrum olsalar da tamâmen yanlış ve hakikatten uzak değillerdir; içlerinde hiç şüphe yok ki doğru hükümler de vardır. Dîvan edebiyâtını tenkit eden edebiyatçıların ona tevcih ettikleri tenkit oklarından bir tânesi de onun orijinallikten mahrum ve tamâmen taklide dayalı bir edebiyat olduğu iddiâsıdır. Onlara göre dîvan edebiyâtı tamâmiye İran edebiyâtını taklit ederek teessüs etmiş bir edebiyattır ve şâirler, asırlar boyunca nazirelerle birbirlerinin söylediklerini farklı şekilde ifâde etmeyi tercih etmişler; farklı bir eser vücuda getirememişlerdir. Bu iddiâ, umumi vechesiyle doğru olmakla berâber elbette ki eksiktir ve îzâha muhtaçtır. Evvelâ şunu söylemek gerekir ki Türk dîvan edebiyâtı, gerçekten de İran edebiyâtının taklit edilmesi suretiyle meydana gelmiş bir edebiyattır ve bu gâyet de tabîîdir. Zîrâ İslâm dinini umumiyetle İranlı müderrisler vâsıtasıyla öğrenen Türkler, onlardan sâdece dini değil, İran dilini, şiirini, mûsikîsini, tek kelimeyle İran kültürünü de öğrenmişlerdir. Bir müddet yeni bir edebiyat vücuda getirmeyen Türkler, bu medeniyetin te’siriyle eserler vermeye başladıklarında karşılarında Rûdekî, Firdevsî, Sa’dî-i Şîrâzî, Mevlânâ, Hâfız-ı Şîrâzî ve Hayyam gibi büyük isimleri yetiştirmiş İran edebiyâtını buldular ve onu kendileri için örnek kabul ettiler. O devir için bundan daha tabîî bir şey olamazdı. Bu taklit, bir müddet sonra büyük ölçüde terk edilmiş ve millî hususiyetleri hâiz bir edebiyat vücuda gelmiştir. Ancak ne yazık ki kullandığı dil Arapça ve bilhassa Farsça ile olan yakın münâsebetini hiçbir zaman terk edememiş, bu yüzden de taklit ithamından kurtulamamıştır. Şâirlerin asırlar boyunca birbirlerini taklit ettikleri iddiâsına gelince bu iddiâ da umumî vechesiyle doğru olmakla berâber eksiktir. Bu eksiklik, nazire mefhumunun ne olduğunun anlaşılması ile kapatılabilir. Bir edebiyat ıstılâhı olarak nazîre, herhangi tanınmış bir şâirin gönüllere hoş gelip, dudaklarda dolaşan bir şiirine çok benzer, bir başka şiir söylemektir;(1) şâirin, beğendiği bir şiiri aynı vezin ve kâfiye ile tekrar yazarak yeni bir şiir vücuda getirmesidir. Nazîre, ikinci ve üçüncü sınıf şâirler elinde gerçekten bir taklit vâsıtasına dönüşmüştür, bu yüzden hemen hemen aynı şeyi ifâde eden birçok şiir meydana gelmiştir. Ancak birinci sınıf şâirler elinde bir “bütünleyiş”tir; kısaca: “Bu şiir, öyle söylenmek, böyle söylenir!” mâhiyetinde bir “iddiâ”dır.(2) Usta şâirlerin nazîreleri, diğerleri gibi taklitten ibâret değildir. Meselâ gerek Arap gerek İran gerekse Türk edebiyâtında birçok Leylâ ve Mecnun mesnevisi yazılmıştır. Ancak Fuzûlî’nin bunlara cevâben yazdığı mesnevi, taklit denilemeyecek kadar güzeldir. Bu yüzden nazîre denilince akla sâdece taklit gelmemelidir. İlâveten nazîre yazmak, yeni şâirler için de bir nev’i mektep vazifesi de görmüştür. Şiire heveskâr gençler, usta şâirlere nazîreler yazarak kendilerini geliştirme fırsatı bulmuşlardır. Üstad Yahyâ Kemâl, hâtıralarında gençliğinde Muallim Nâcî’nin gazellerini tahmis ve tanzir ettiğini […]
Bahar mevsimi deyince insanların kâhir ekseriyetinin aklına saâdet, rahatlama, zevk ve eğlence gibi insan yaratılışının hoşuna giden müspet şeyler gelir. Zîrâ bahar ile berâber tabiat, kış mevsiminin kalın ve rahatsız eden kıyâfetini üzerinden atarak ince ve çiçeklerle müzeyyen yeni elbisesini giymenin zevkini yaşar. Geceler zaman zaman insan rûhunu ürpertmeye devam etse bile artık gündüz vakitleri eskisi gibi soğuk değildir; gökkubbe, yeryüzüne gönüllere ağırlık veren abus çehresi ile değil insana canlar bahşeden mütebessim sîmâsı ile bakar. Cihânı besleyen feyizli güneşin ve bereketli yağmurların sâyesinde ağaçlarda meyvelerin çiçekleri açmaya başlar; bahçelerdeki çimenlerin üzerini güller, lâleler, sünbüller ve daha adını bilmediğimiz nice güzel çiçek latif renkleri ve mest eden kokuları ile süsleyerek orayı cennet bahçeleri gibi revnaklı bir mekâna çevirir. Bu mevsimde kırlarda yâhut ağaçlı yollarda yürümek, belki de insanın yapabileceği en güzel faâliyetlerden birisidir. Zîrâ bahar denilen sevgilinin, Îsâ’nın nefesi gibi canlar bağışlayan rüzgârın insanın yüzüne aşk ettiği yumuşak tokatlar şeklinde tecellî eden cilvelerine ancak bu yürüyüşler sâyesinde mazhar olunabilir. Tabiattaki bu yeniden doğuş ve canlılık sebebiyledir ki insan bahar mevsimini sever ve ister. Zîrâ bahar gelince gördüğü güzelliklerin te’siriyle o da gevşer, rahatlar, etrâfa huzurla bakar ve kendisini yeniden doğmuş gibi hisseder. Eğer vakti ve imkânları müsâitse kırlarda gezintilere çıkar; çiçekleri koklar; esen rüzgârı hisseder; bahârrın her türlü ni’metinden istifâde eder. Evet, insan bahârı özler, sever ve ister. Bu, bugün böyle olduğu gibi geçmişte de böyleydi. Zîrâ insan tabiatı o zamanlar da kendisini zorlayan şeyleri sevmezdi ve zevk ü sefâya, eğlenceye temâyüllü idi. Vaziyetin o zamanlar da böyle olduğunu bize eski şâirlerimizin şiirlerinden daha güzel anlatabilecek bir kimse yoktur zannediyorum. Gerçekten onların şiirlerinden bahâra duyulan hasreti, bahar sevgisini ve bahârın getirdiği güzellikleri görmek mümkündür. * Eski zamanlarda kışın yaşanan hayâta tahammül etmek, eğlenceye temâyüllü insan tabiatı için hakikaten oldukça zordu. Zîrâ o zamanlar kış mevsiminin yıpratıcı havasından korunmak için konağına saklanan bir kimsenin uzun kış gecelerini güzel bir şekilde geçirmesini sağlayacak vâsıtalar oldukça mahduttu. O, soğuk kış gecelerinde evinde kalmaya mahkumdu. Bu yüzdendir ki bir an evvel bahârın gelmesini ve yaşadığı bu mahbus hayâtının nihâyete ermesini özlerdi. Meselâ on yedinci asrın gür sesli şâiri Nef’î, bahâra ve güzelliklerine karşı olan hasretini şu gazelinde oldukça güzel bir şekilde anlatmaktadır: “Yâr olsa bahâr olsa dilâ câm-ı Cem olsa Bir yerde ki her gûşesi reşk-i İrem olsa Ol bezm-i safâ-bahşa dili olmasa mahrem Ağyâr-ı denînin yeri çâh-ı adem olsa Bir âleme düşsek ki elem olmasa anda Her rind-i gedâ pâdişeh-i Cem-haşem olsa Hiç durmasa devr etse kadeh bezmi pey-â-pey Sâkî de sürâhî gibi âlî-himem olsa Gâhî leb-i sâkî ve gehî sâgar emilse Yârân-ı safâ bûse ile muğtenem olsa Âheng-i nevâ eylese uşşâk ile mutrib Bir yerde o meh-pâre de ehl-i negam olsa Nef’î de gazeller dese mümtâz u müsellem Her birisi reşk-i reviş-i Muhteşem olsa” Nef’î bu gazelinde bugünkü Türkçe ile “Ey gönül, her köşesi İrem bağlarını kıskandıracak bir yerde sevgili olsa, bahar olsa ve bir de Cem’in kadehi olsa. Alçak düşmanların yeri yokluk kuyusu olsa da gönlü o sefâ bahşeden meclise mahrem olmasa. Bir âleme düşsek ki orada elem denilen […]
Bundan neredeyse üç yıl evvel güzel bir bahar günü mektepten çıkmış eve doğru yürüyordum. İnsanın yüzüne temas ettikçe rahatlatan bahar rüzgârı ve ağaçlarda yavaş yavaş açmaya başlayan çiçekler ile Yeşilırmak Nehri kenarındaki küçük Amasya, kışın kalın kıyâfetini bir kenara atmanın ve giydiği yeni elbise ile tarâvet bulmanın zevkini yaşıyor olsa da ben, omuzlarımdaki yükün te’siriyle bu zevki tatmaktan çok uzaktım. Altında ezildiğim bu yük, gittikçe yaklaşan üniversite imtihanıydı. İmtihana birkaç ay kalmış olmasına rağmen içinde bulunduğum zulmet yuvası lise sebebiyle henüz hazır değildim ve bu durum, birkaç ay sonra beni pek iyi hâdiselerin beklemediğine delâlet ediyordu. Üniversite imtihanına henüz hazır olmamamın hâricinde her gün sabahın sekizinden öğlen üç buçuğa kadar bana zindan gibi görünen mektepte kalmak ve kaldığım zaman zarfında da sadra şifâ verecek hiçbir şey yapmamak da hem ma’nen hem de maddeten yorgun düşmeme sebep oluyordu. İşte bütün bunlar sebebiyle me’yus ve düşünceli bir şekilde eve doğru yürürken o zamanlar şehrin tek büyük kitapçısı –bu kitapçı daha sonradan kapandı ve yerine bir şarküteri açıldı. Bu yüzden bugün Amasya’da doğru düzgün bir kitapçı yoktur- olan bir kitap dükkanına girdim. Edebiyat ve târih kitaplarının olduğu rafa göz gezdirirken dikkatimi Abdülbâki Gölpınarlı tarafından hazırlanan Nedîm Dîvânı çekti. Hemen kitabı alıp incelemeye başladım. Baş taraftaki Gölpınarlı tarafından yazılan uzun yazıyı geçip metne baktım. O zamanlar, okuduğum bazı eski kitaplar sebebiyle Osmanlıca bilgim ve kelime hazinem birazcık genişlemişti. Bu yüzden Nedîm Dîvânı’nı okubileceğimi düşünüyordum. Ancak daha ilk sayfada “Başlayıp cûşişe tab’ımda mezâyâ-yı sühan Mevc-hîz oldu yine lücce-i deryâ-yı Aden” beytiyle başlayan kasideye baktığım zaman, bunun sandığım kadar kolay bir iş olmadığını ve biraz cür’etli davrandığımı anladım ve kitabı bırakarak dükkandan çıktım. Ancak aklım hâlâ Nedîm Dîvânı’nda idi. Zîrâ o zamanlar, İstanbul’a olan muhabbetimin dalgalı bir deryâ gibi cûş u hurûşa başladığı zamanlardı ve bu yüzden de ne olursa olsun edebiyat derslerinde İstanbul şâiri olarak öğrendiğim bu şâirin şiirlerini okumak istiyordum. İşte bu arzu ile ertesi gün tekrar o kitapçıya uğradım ve cebimdeki bütün parayı vererek kitabı satın aldım. Eve doğru yürürken yolda, akşam derslerimi bitirdikten sonra dîvânı okumaya başlamaya karar verdim ve akşam olduğu vakit de kitabı elime alıp masaya oturdum. İlk şiir, Şehit Ali Paşa için söylenmiş bir kasideydi. Ancak bu kasidede yer alan etmek, yapmak gibi Türkçe fiillerin dışında neredeyse hiçbir kelimeyi bilmiyordum. Bu yüzden saatlerce uğraşarak bilmediğim bütün kelimelerin teker teker lügatten ma’nâlarına baktım ve kasideyi okumaya çalıştım ancak okuyamadım. İlk teşebbüsüm hüsranla neticelenmişti. Ancak oldukça kararlıydım. Bu yüzden dilleri diğer şiirlere göre oldukça ağır olan kasideleri atlayıp kıt’alara, şarkılara geçtim. Onları anlamak kasideleri anlamak kadar zor değildi. Bu yüzden az da olsa anlıyordum. Ayrıca kelime hazineme, yavaş yavaş dîvan şiirinin lügatinden kelimeler de girmeye başlamıştı. Bu yüzden bir müddet sonra tekrar kasidelere döndüm. Zîrâ artık kasidelerin bir kısmını anlayabilecek kelime bilgisine sâhiptim. Bu yüzden büyük bir şevkle okumaya başladım. İbrâhim Paşa için söylenen o güzel hammâmiye kasidesi ile İstanbul’u, Sa’dâbâdı ve helva sohbetlerini ta’rif eden diğer kasideleri okudukça büyük bir zevk duyuyor ve Nedîm’e karşı büyük bir muhabbet besliyordum.Bu şekilde birkaç ay geçti. Artık üniversite imtihânını geride bırakmıştım ve […]
Osmanlı Devleti, teşekkül ettiği târihten beri diğer Türk ve Müslüman devletlerine nazaran Garp devletleri ile daha fazla temas ve irtibatta bulunmuş bir devlettir. Ancak onun bu temâsı, 18.asrın başlarına kadar muslihâne ve dostâne bir şekilde değil de daha çok düşmanca bir sûrette ve meydâna gelen kanlı harpler ile olmuştur. Pâyitahtta Garp devletlerini temsil eden elçilerin her dâim bulunmasına rağmen Osmanlı Devleti, Garp devletleri nezdinde dâimî elçi bulundurmamış, ihtiyaç hâsıl oldukça i’timad ettiği kişileri elçi olarak göndermek sûretiyle mes’elelerini halletmeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti’nin Garp devletleri nezdinde dâimî yâhut muvakkat elçi bulundurmamasının muhtelif sebepleri olmakla berâber asıl sebep, devletin kudret ve ihtişâmının zirvede bulunmasının verdiği bir üstünlük duygusudur. Osmanlı Devleti, askerî, siyâsi, ve ilmî kudreti ve sâhip olduğu coğrafyanın vüs’ati sebebiyle kendisini dünyânın merkezi olarak kabul eylemiş ve kendisinden aşağıda gördüğü devletlerin nezdinde elçi bulundurmayı bir zillet olarak telakkî etmiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin Garp devletleri nezdinde dâimî yâhut muvakkat elçi bulundurmamasında hiç şüphesiz İslam dininin bir mecburiyet hâsıl olmadıkça küfür diyârında ya’ni İslam şeriatının tatbik edilmediği yerlerde bulunmayı ve ikâmet etmeyi câiz görmemesinin de te’siri vardır. Bütün bu sebeplerden dolayı imparatorluk idârecileri uzun bir müddet Garp devletleri ile elçilik te’sis etmek şeklinde bir diplomatik temasta bulunmamışlardır. Ancak devletin 16.asrın sonlarından i’tibâren kudret kaybetmeye başlaması ve Garp devletleri ile girdiği harplerde ağır mağlubiyetler alması, 18.asrın ilk çeyreğinden sonra, imparatorluk idârecilerinin her gün biraz daha inkişaf eden Garp medeniyeti mensubu devletler ile temâsa geçmeden devam edilemeyeceğini anlamasına sebep olmuştur. Bu yüzden 1720 senesinde Sultan Üçüncü Ahmet zamanında, pâdişah ve sadrazam Nevşehirli Damat İbrâhim Paşa tarafından, harpten çok dostâne münâsebetler ile hatırlanan Fransa nezdine Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin muvakkat elçi olarak gönderilmesine karar verilmiştir. * Filhakika, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa’ya elçi olarak gönderilmesinde en büyük âmil, Osmanlı Devleti’nin artık Garp dünyâsını tanımaya başlamak istemesidir. Târihimize büyük şâir Nedîm’in şiirleri ile nakşolunan Lâle Devri, daha çok zevk ve eğlence devri olarak bilinse de aslında bütün bu eğlencelerin, Çırağan sohbetlerinin, Sad’âbâd âlemlerinin yanında sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın devlet ve milleti san’at ve irfan ile ihyâ etmeye çalıştığı bir devirdir. İşte bu yüzden İbrâhim Paşa, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’yi Fransa’ya elçi olarak ta’yin etmiş ve orada gördüklerini yazmasıyla berâber bilhassa Osmanlı Devleti’de tatbik edilebilecek hususlara dikkat etmesini istemiştir. 7 Ekim 1720 târihinde içinde Osmanlı’da matbaanın teessüsünde emekleri geçen ve istikbâlde sadrazamlık da yapacak olan oğlu Mehmet Said’in de olduğu 80 kişilik bir sefâret he’yetiyle berâber İstanbul limanından ayrılan Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, 8 Ekim 1721’de pâyitahta orada gördüklerinin mahsulü olan bir sefâretnâme ile döner ve bunu Sultan Üçüncü Ahmet ile sadrazam Nevşehirli Damat İbrâhim Paşa’ya takdim eder. * Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin sefâretnâmesinin Türk târihinde ve edebiyâtında müstesnâ bir yeri vardır. O, Lâle Devri’nin Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasındaki münâsebetleri oldukça güzel bir şekilde aksettiren târihî bir metin olmakla berâber üslubu ve muhtevâsı ile de Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nden sonra Türk edebiyâtı için en mühim seyahatnâmelerden birisidir. Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, İstanbul’dan ayrıldığı târihten geri döndüğü güne kadar yolda ve Fransa’da gördüklerini kendi ta’biriyle “rûz-merre” ya’ni her gün kaydetmiştir. Sefâretnâme, tam ma’nâsıyla orta nesrin […]
Bilmeceler, halk edebiyâtlarının en çok sevilen edebî mahsullerinden birisidir. Büyük bir kısmı anonim olan bilmeceler, nükteli üslupları ve zihinleri düşünmeye sevk eden muhtevâları ile asırlar boyunca milletlerin eğlence dünyâlarına hitap etmişlerdir. İlâveten bilmecelerin ekseriyetinin, anonim olmaları sebebiyle bir kişiye değil de milletin tamâmına âit olmaları, kendilerini vücuda getiren milletin kültüründen, irfânından ve hayat tarzından derin izler taşımalarını sağlamıştır. Bu keyfiyete her millette tesâdüf edildiği gibi Türk milletinde de tesâdüf edilir. Nitekim Nihad Sâmi Banarlı hocamız, “Bilmeceler” isimli bir makâlesinde “Bizim bilmecelerimizde “Ak odada sarı gelin” Lâmba’dır. Siyah geceler içinde genç ve güzel bir kadının, yâhut evlenecek yaşa gelmiş bir genç kızın, neşeli ve ışıklı varlığıyla, bir ev odasını nasıl aydınlattığını düşündürür. Her güzel çizgide, ışıkta ve renkte önce kadın güzelliğinden türlü akisler bulan Türk halk rûhu, nazlı, hem de şevkli lâmbayı, gelinle birleştirerek, şiirle bilmeceyi yine harman etmiştir. Al getir al var getir Gelmezse yalvar getir El ğememiş ağaçtan Koklanmamış gül getir bilmecesi de hem mâni, hem gelindir. Hakîkî Türk halkının aşk, kadın ve gelin anlayışını gösterir.” diyerek bu keyfiyeti çok güzel bir şekilde açıklamaktadır. Bilmecelere Türk halk edebiyâtında olduğu gibi lügaz ve muammâ ismiyle dîvan şiirinin hudutları dâhilinde de tesâdüf edilmektedir. Ancak halk edebiyâtındaki bilmecelerden farklı olarak lügaz ve muammâları yazan kimseler kâhir ekseriyetle bellidir. Ayrıca lügaz ve muammâlar, halk bilmecelerinden farklı olarak daha çok Arabî ve Fârisî kelime ve terkip ihtivâ ederler. Zîrâ onlar, medrese tahsili almış, Arapça ve Farsça öğrenmiş ve Türk dîvan şiiri ananesine sıkı bir şekilde bağlı olan dîvan şâirleri tarafından kaleme alınmışlardır. Lügaz ve muammânın umumî olarak bilmece şeklinde ta’rif edilmesi mümkün olmakla berâber aralarında mühim bir fark mevcuttur. Muammâ, tek bir beyitle söylenen ve halledilmesi oldukça müşkil ve husûsî usullere tâbi olan olan bilmecelere verilen isimdir. Bunların halli müşkil olduğu için şâirler dîvanlarındaki muammâların üzerine umumiyetle “be-nâm-ı Haşmet” yani “Haşmet ismi hakkında” gibi Farsça başlıklar koyarlardı. Meselâ Nâbî’nin oldukça meşhur olan “Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre İki yokdan ne çıkar fikr edelim bir kerre” beyti, şâirin kendi ismine işâret eden bir muammâdır. Zîrâ ikinci mısradaki “iki yok” ifâdesi, Fârisî’de yokluk ifâde eden “nâ” ve “bî” edatlarına işâret etmektedir ki onların bir araya gelmesiyle şâirin mahlası olan “Nâbî” ismi meydâna çıkmaktadır. Eski adamlar, muammâ yazmaya ve halletmeye çok ehemmiyet verirler ve “Ola hem ilm-i muammâda benâm Çıkara dâniş ü irfân ile nâm” (Muammâ ilminde üstat olunmalıdır. Bu şekilde ilim ve irfân da haklı bir şöhret elde edilir.) diyerek münevver bir âlim olmak için muammâ ilminden behre-dâr olunması gerektiğini söylerlerdi. Lügaz ise umumiyetle mesnevî şeklinde ve on-on beş beyit ile söylenen bilmecelerdir. Lügazlar, muammâlara nazaran daha açık bir şekilde kaleme alınmışlardır. Şâir, anlatmak istediği nesneyi fârik vasıfları ile ta’rif ettiği için lügazların cevapları umumiyetle muammâlar gibi gösterilmez. Lügaz ve muammâ, bütün câzip vasıflarına rağmen dîvan şâirleri tarafından çok fazla rağbet edilmiş bir edebî edebî tür değildir. Bu yüzden dîvanların birçoğunda, lügaz ve muammâya tesâdüf edilmez. Meselâ ben tetkik ettiğim dîvanlar arasında Nedîm dîvânında iki lügaza, Haşmet dîvânında iki lügaza ve on iki muammâya, Enderunlu Vâsıf dîvânında bir lügaza, Ziyâ Paşa dîvânında […]
Bugün Türkiye’de yaşayan okur yazar bir kimse için ma’nâsı ve üslûbuyla güzel bir kitaba tesâdüf etmek, tâlihin kendisine bahşettiği en büyük devletlerden birisi oldu. Zîrâ her şeyin maddî bir çehre arz ettiği günümüz dünyâsında, kitap yazmak da bu sîmâ ile görünür bir hâle gelmekten kendisini kurtaramadı ve kısa yoldan parayı bulmak isteyenlerin tevessül ettikleri yollardan birisi hâline geldi. Bunun neticesinde de ömürleri kısa fakat popülerlikleri sebebiyle muharrirlerine iyi kötü gelir sağlayan onlarca kitap, her gün kitapçı raflarında yerlerini almaktadır. Bu tür kitaplar hiç şüphe yok ki, zevk-i selîm erbâbına hitâp etmekten uzak olup kitap okumayı sâdece bir şeyler okumak yâhut münevver görünmek olarak telakki eden kimselere kendilerini beğenedirebilecek mâhiyettedir. Ancak kitapçı raflarını ma’nâsız ve üslupsuz kitapların istîlâ etmesinin tek sebebi bazı câhil muharrirlerin zenginlik hayâli değildir. Bu kitaplar aynı zamanda, her sâhada olduğu gibi kültür ve maârif müessesleri içinde de mevcut olan inhitâtın bir tecellisidir. Zîrâ mekteplerin sağlam ve ilmî bir tahsil vermekten, kültür müesseselerinin ise zinde bir kültür hayâtı meydâna getirmekten uzak olduğu bir memlekette bu çeşit kitapların görülmesinden ve kitapçıları istîlâ etmesinden daha tabîî bir şey olamaz. İşte vaziyet böyle olunca da ma’nâsı ve üslûbuyla okunabilir bir kitap bulmak, tâlihsiz Türk kârileri için zor tesâdüf edilen ni’metlerden birisi hâline gelmiştir. Hele birazcık Türkçe hassâsiyeti olan kimseler için uydurma kelimelerden ve Türk sarfına aykırı devrik cümlelerden ârî bir kitaba ulaşmak, ismi olup cismi olmayan ve Kaf Dağı’nın zirvesinde ikâmet eden Sîmurg kuşunun gölgesinden devlet bulmak kabîlinden muhâl-ender-muhâldir. Ancak bütün bu menfî hâdiselere rağmen, arada bir tek tük de olsa ma’nâları ve üsluplarıyla zevk-i selîm erbâbı olan Türk kârilerinin gönüllerini mesrûr eden kitaplar intişâr etmiyor değildir. Bunların kâhir ekseriyeti ise, Türk maârifinin henüz bugünkü ma’nâsıyla çökmediği devirlerde yetişerek zamânımızdan en az kırk-elli yıl önce bekâ âlemine irtihâl eden ve Türkçe’nin başına musallat olan kelime uydurma cereyânına kapılmamış kimselerin ilk defa yâhut yeniden intişâr eden kitaplarıdır. * Yakın bir zamanda, zevk-i selîm erbâbı Türk kârilerine hitâp etmek üzere Türk edebiyâtı için mühim olan ma’ruf bir ismin daha önceden neşredilmiş kitapları Büyüyenay Yayınları tarafından külliyât hâlinde tekrar neşre başlandı. İlâveten bu ismin gazete ve mecmualarda kalmış makâleleri de muhtelif isimler altındaki kitaplarda toplandı ve bu kitaplar da külliyatın içine dâhil edildi. Henüz kitaplarının bir kısmı basılan bu mühim ve ma’ruf isim, daha çok Tâhir’ül Mevlevî olarak bilinen Tâhir Olgun’dur. Eski edebiyâtımız hakkındaki bilgisi herkes tarafından müsellem olan Tâhir Olgun’un dîvan edebiyâtı hakkında yazdığı makâlelerinden teşekkül eden iki kitabın birincisi, faydalı neşriyâtı ile Türk kültürüne gayretli bir şekilde hizmet eden bahsettiğim yayınevi tarafından Mart 2020’de neşredildi. Neşredildiği günden beri büyük bir arzu ile okumak isteğim bu kitabı, yorucu ve yıpratıcı hukuk imtihanlarından vakit bulduğum zamanlarda okumaya çalıştım. Gerek dîvan edebiyâtı gerekse Acem şiiri bakımından birçok bilginin yer aldığı makâlelerden oluşan bu kitâbı, uzun zamandır hasretini çektiği sevgilisi ile vuslatı yaşama tâlihine ermiş bir âşık edâsıyla büyük bir zevk içinde okudum. Şiir şerhleri, hâl tercümeleri, edebî bilgiler, mazmunlar ve daha birçok şey, salâhiyetli bir kalem sâhibi tarafından oldukça güzel bir üslupla yazılmış. Ayrıca muharririn “Türkçeyi Arapça ve Acemceden temizlemek hevesi moda […]
İnsanoğlunu, her kelimesi sırlarla dolu ve halledilmesi müşkil bir muammâ gibi olan bu dünyâya geldiği ilk zamanlarda en çok korkutan şey, hiç şüphe yok ki tabîî hâdiseler olmuştu. Hakîkaten bir zelzele ile arzın şiddetli bir şekilde sallanması, tepesi dumanlarla çevrili bir yanardağın indifa’ ederek etrafına ateşler saçması, yağmurların kesreti sebebiyle coşan nehirlerin ve denizlerin köyleri bir çöp parçası gibi sürüklemesi, iptidâî şartlar içinde hayâtını idâme etmeye çalışan insan için dehşet verici hâdiselerdi. Zîrâ o zamanın neredeyse mutlak bir cehâlet içerisinde yaşayan insanı, karşı karşıya kaldığı bu hâdiselere kendisini tatmin edecek bir ma’nâ veremez, bazen o müthiş hâdiseleri Tanrı olarak kabul eder, bazen de fenâ hareketleriyle zihnindeki mevhum Tanrı’yı kızdırdığı için onun kendisini cezâlandırdığı şeklinde tefsir ederdi. İşte bu bilinmezlik ve müphemlik, hemen hemen bilmediği her şeyden korkan insanoğlunun asırlarca bu tabîî hâdiseler karşısında dehşetle titremesine sebep olmuştu. Ancak asırlar geçmiş, şâirin “Doymaz beşer dedikleri kuş i’tilâlara…” mısraıyla ta’rif ettiği insanoğlu, her gün yeni bir hakîkate daha muttali’ olmuş ve artık bir zaman gelmiş ki bir vakitler iptidâî bir şekilde mağaralarda yaşayan o insan, vâsıl olduğu ilmî ve teknik terakkî ile semâyı delen binâlarında zelzelelerden, sellerden, hülâsa neredeyse her türlü tabîî âfetten emin bir şekilde yaşar hâle gelmiştir. Ancak buna rağmen tabîî hâdiseler karşısındaki korkusundan tam ma’nâsıyla kurtulmuş değildir. Zîrâ insanoğlu bu ilmî ve teknik terakkî şarabından müsâvî bir şekilde içmemiştir. Bu yüzden bir kısmı, bu şarabın verdiği mahmurluk ile hemen hemen korkusuz bir şekilde hayâtına devam ederken, bir kısmı da ondan bir yudum bile nasiplenmediği için tabîî hâdiseler karşısında asırlar evvel yaşayan ataları gibi dehşetle titremeye devam etmektedir. İlâveten bu hâdiselerin bazen terakkî şarabının mahmurlarını bile uyandıracak kadar dehşetli olması da insanoğlunun korkusunun tam ma’nâsıyla zâil olamamasına sebep olmaktadır. Bu yüzden de eskilerin cüz’-i lâ-yetecezzâ dedikleri atomu parçalayacak kadar ilmî ve teknik ma’lumâta sâhip olan beşer, bazen şiddetli bir zelzele karşısında asırlarca evvel yaşayan ecdâdı gibi dehşetle titremektedir. * İnsanoğlunu dehşetle titreten ve onu ta’rif edilmez bir ölüm korkusu ile kuşatan tabîî hâdiseler, bir zamanlar bugünkü vatanımızın üzerinde yaşayan atalarımızın da korkulu rü’yâsı olmuştu. Bütün tabîî hâdiseler arasından vatan toprakları üzerinde en çok tesâdüf edileni ve nice kimsenin ölümüne, yaralanmasına sebep olanı ise, gâlibâ zelzele olarak isimlendirilen ve bugün deprem dediğimiz korkutucu hâdise idi. Hakîkaten vatanımızın hemen hemen her şehri, bugün olduğu gibi o vakitler de zaman zaman zelzelelerle sallanır ve bu zelzelelerin maalesef bazıları da nice hâneyi, mi’mâri âbideyi hâk ile yeksân eder; insanların gözlerinden sakındıkları, öpmekten çekindikleri sevdiklerinin üzerlerine binalar çöker; cemiyetin rûhunda onulmaz yaralar açılırdı. Meselâ İstanbul’da 1509 senesinde yaşanan ve dehşeti sebebiyle kıyâmet-i suğrâ yani küçük kıyâmet olarak isimlendirilen müthiş zelzele, Fâtih Câmii gibi o devir için yeni sayılabilecek nice âbideye zarar vermiş, İstanbul’un yeni sâkinlerine korkulu günler yaşatmıştı. Yine 1766 senesinde İstanbul’da yaşanan büyük zelzele ve muhtelif târihlerde memleketin çeşitli şehirlerinde yaşanan başka zelzeleler, vatanın o zamanki sâkinlerinin günlerini kâbusa çeviren hâdiselerdendi. Dedelerimiz, kıymetli hukuk târihçimiz Ekrem Buğra Ekinci’nin bir makâlesinde belirttiği gibi, bu zelzelelerden muhâfazanın çâresini, kolay yanan ancak kolay yıkılmayan ahşaptan evler yapmakta bulmuşlardı. Anlaşılan o zamânın insanları, dehşetinin büyüklüğüne rağmen […]
Eski sarayları, câmileri, medreseleri, türbeleri, sebilleri, çeşmeleri, sokakları, o sokakların içerisinde saklanan ahşap köşkleri ve her birisinin hâiz olduğu târihî hâtıralar ile bir açık hava müzesinden farksız olan İstanbul’un bazı köşeleri, benim için husûsî bir ma’nâ ifâde eder. Sâhip oldukları husûsî ma’nâ sebebiyle İstanbul’un bu köşelerini ne zaman ziyâret etsem oradan ta’rifi mümkün olmayan ve daha çok kendisini benzersiz bir iç huzûru olarak gösteren hisler ile ayrılırım. Şeyh Gâlib’in post-nişîni olduğu ve semt-i hâmûşânında (Semt-i hâmûşan suskunlar semti demek olup eskiden mezarlıkların bir ismi de bu Fârisî terkip idi.) derin bir sükûta daldığı Galata Mevlevihânesi, İstanbul ahâlisi ile berâber pâdişahlara da ma’nevî mürşidlik yapan büyük gönül ve îman adamı Azîz Mahmud Hüdâyî Efendi’nin Üsküdar sırtlarındaki tekkesi, Vefâ’daki meşhur bozacı, benim için husûsî ma’nâ ifâde eden yerlerin başında gelir. Beni bu dünyâdan alıp başka âlemlere götüren bir diğer mekan da Üsküdar’daki Karacaahmet Mezarlığı’dır. İstanbul’un en eski kabristanlarından birisi olan bu mezarlık, milâdî on dördüncü asırdan beri Bektâşi dervişi Karaca Ahmet Sultan’ın etrafında hâlelenen Müslüman mezarlarıyla bir ağacın kökleri gibi etrafa dal budak salarak büyümüş ve Üsküdar içinde ma’nevî bir âlem teşkil etmiştir. Eski devir insanlarının kavuklu ve san’atlı büyük mezar taşlarıyla günümüzün çirkin mezar taşlarını ihtivâ eden bu uzun serviler diyârı, âdetâ mâzî ile hâlin berâber yaşadığı bir ruhlar iklimidir. İlâveten hudutları dâhilinde büyük şâirler, hattatlar, âlimler ve paşaların medfun olması da hiç şüphe yok ki onun târîhî kıymetini bir kat daha arttırmaktadır. * Semâsını uzun servilerin, zeminini ise san’atlı mezar taşlarının doldurduğu bu mezarlığa ilk def’a 2018 senesinin Mart ayında dedemin vefâtı münâsebetiyle gelmiş ve ölümün verdiği gam ve kederin te’siriye içinden hızlı adımlarla yürümüş gitmiştim. Ancak daha sonra aynı senenin temmuz ayında şuurlu bir şekilde tekrar bu ruhlar iklimini ziyâret ettim. Buraya, eski edebiyâtımızın büyük şâirleri Nedim ve Nâbî’nin mezarlarını ziyâret etmek maksadıyla gelmiştim. Kısa bir çaba neticesinde yeni okumaya başladığım eski edebiyâtımızın bu dev isimlerinin kabirlerini buldum ve ziyâret ettim. Takribî yarım saat devam eden bu ziyâretten sonra mezarlıktan ayrılırken benzersiz bir iç huzûru şeklinde kendini gösteren hisler, toprağa düşen tohumlar misâli kalbinim derinliklerine doğru çoktan düşmüşlerdi. Üç ay sonra İstanbul’a hukuk tahsili için geri geldiğimde ise bu hisler kalbimin derinliklerinde neşv ü nemâ bulmuş ve beni Karacaahmet Mezarlığı’nı, o benzersiz ruhlar iklimini ziyâret etmem için karşı koyulması güç bir tazyik ile icbar etmeye başlamışlardı. Ben de çâresiz ve bu çâresizliğimden memnun bir şekilde bu zorlamalara boyun eğerek bu ruhlar ikliminin yolunu tuttum. Ancak bu sefer burada medfun olduğunu öğrendiğim bir diğer meşhur dîvan şâiri Vâsıf-ı Enderûnî’nin kabrini bulmak istiyordum. Mezarlığın, birisi hem-şehrim olan, emniyetinden mes’ul iki vazifeli şahsın himmeti sâyesinde çökmüş mezarlar, kırılmış kitâbeler ve dar yolların arasından geçerek kitâbesi “Mîr Vâsıf dem-i fevtinden olunca âgâh” mısraı ile başlayan Vâsıf’ın mezarını bulmuştuk. Daha yaşarken bile “Yârân n’ola bilmez ise şimdi kıymetinBir vakt olur ki Vâsıf’î dîvânı andırır” diyerek kıymetinin bilinmediğinden şikâyet eden bu rind-meşreb ve eski şiirin kumaşına mahallî zevkleri nakşeden şâirin mezar taşı yerinden sökülmüş ve bir ağaca istinat ettirilerek günümüzün şekilsiz ve kaba mezarlarına malzeme olmak tehlikesi ile karşı karşıya bırakılmıştı. Bu manzarayı gördükten sonra o […]
Senin ismini ilk def’a, bundan üç sene evvel, 2017 senesinin yeryüzüne sıcaklık, tâzelik ve neş’e bahşeden, genç ve şuh gönüllerde ise eğlence aşkının filizlenmesine sepep olan bahar mevsiminde duymuştum. Bir anadolu lisesinde, üçüncü sınıfın ikinci devresini ikmal etmek üzere olan bir talebe idim. Talebesi olduğum lise, maatteessüf mektep kelimesinin ihtivâ ettiği ma’nâ ve ruhtan tamâmen uzak, genç dimağlara ilim ve irfan aşılayacağı yerde onları cehâlet ve taassup ile doldurup körelten bir yerdi. Korkunç ve kesif bir cehâletin cismimi ve rûhumu ihâta ettiği bu lisede, belki de te’sis edildiği günden beri hiç görmediği ve bir daha da göremeyecği kadar ilim, irfan ve fazilet âbidesi olan kıymetli bir arkadaşım ile muhtelif târihî mevzularda ettiğimiz sohbetler, bu uğursuz yeri benim için tahammül edilebilir kılan yegâne şeydi. On beş dakikayi tecâvüz etmeyen kısa teneffüslerde arkadaşım ile ettiğim bu sohbetler, suyun altında boğulmak üzere olan bir bî-çârenin muhtelif aralıklarla su üzerine çıkıp da nefes almasından farksızdı. Lisân inkılâbı ve uydurma kelimeler üzerine konuştuğumuz bir gün, arkadaşımın elinde bir kitap görmüştüm. Bu kitap, hem ismi hem de müellifinin kapağın üzerinde olan resmi ile bu gayr-i ciddî ve gayr-i ilmî liseye yakışmayacak kadar ilmî ve ciddî duruyordu. Bu kitap, senin uzun yıllar boyunca devam etmiş ilmî mesâinin kıymetli bir mahsulü olan “Türkçe’nin Sırları” isimli kitabındı. Kıymetli refikimin senin bu kitabının içinden okuduğu kısımlara, etrafımı ihâtâ etmiş olan cehâlet dumanının te’siriyle midir bilinmez, iştirak etmedim ve kemâl-i hicab ile söylerim ki iştirak etmediğim gibi aynı zamanda hafife aldım. Refikim, şahsiyetinin ve sâhip olduğu ilmin vakârına muvâfık bir şekilde ısrar etmedi ve sükût etti. Senin ismini ikinci def’a ise üniversite imtihânına hazırlanan bir lise dördüncü sınıf talebesi iken bir edebiyat dersinde duymuştum. Edebiyat hocamız, önündeki kalın kitaptan Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı’nın nesir yazarlarını anlatıyordu. Sıra talebelerin çok fazla duymadığı -belki de hiç duymadığı- senin ismine gelmişti. Kitapta, isminin yanında uzaklara, muhtemelen istikbalin münevver, idrak ve şuur sâhibi Türk gençlerine bakan siyah-beyaz bir fotoğrafın vardı. İsminin altında ise kısaca “Resimli Türk Edebiyatı isminde bir edebiyat tarihi kitabı vardır.” yazmaktaydı. Edebiyat hocamız, kitaptaki bu soğuk ve ruhsuz cümleyi söyledi ve diğer isme geçti. Senin kim olduğundan, ne yazdığından, neyi anlatmak istediğinden, Türk edebiyatına olan hizmetlerinden bahsetmedi ancak böyle davranmakta ma’zurdu. Zira sakim ve sakat maârif sistemimizin, talebeleri bir üniversite kazanmak için girmelerini mecbur tuttuğu imtihan bunları istemiyordu. Kuru ve ruhsuz bir şekilde imtihanlarda çokça sorulan edebî eserlerin isimlerini ve muharrirleri ile kabaca bir şekilde muhtevâlarını bilmek, edebiyat suallerini doğru cevaplamak için kâfiydi. Bu müessif ve can sıkıcı hâdisenin yaşandığı târihin üzerinden altı ay geçmişti. Cehâlet ve taassubun genç dimağları kurban ettiği bu salhâneden kurtulmuş ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin târihi binâsı içinde birinci sınıf talebesi olarak hukuk tahsiline başlamıştım. Fakülteye intibak etmeye çalıştığım günlerden birinde, meşhur ve târihî Sahaflar Çarşısı’ndaki bir kitapçıdan, senin daha önce i’tiraz ettiğim “Türkçe’nin Sırları” isimli kitabını satın alıp okumaya başladım. Sayfaları çevirdikçe verdiğin ma’lumâta, iddiâ ve hükümlerinin isâbetine ve üslûbunun selâsetine hayrân oluyor ve bir buçuk sene evvelki dediklerime nedâmetle tevbe ediyordum. Şâheser mâhiyetinde olan bu kitâbında, Türkçemize yapılan ihâneti tam bir vukufla anlattığın gibi verdiğin […]
Türkiye’de içinde bulunduğumuz zamanda doğmuş ve büyümüş her hangi bir kimsenin, cumhûriyet öncesi Türk edebiyâtı’nı tetkik etmek istemesi hâlinde karşı karşıya kalacağı bazı müşkiller vardır. Bu müşkillerin ilki ve belki de en büyüğü ve aşılması en güç olanı, o eserlerde kullanılan üslup ve Türkçe’nin günümüz Türkçesinden çok daha farklı olmasıdır. Hiç şüphe yok ki bu müşkilin ortaya çıkmasına sebep olan en büyük iki âmil, Tanzîmat’tan beri tabîî bir şekilde ve yavaş yavaş sâdeleşen Türkçe’nin Dil Devrimi ismi verilen ma’hud hareket ile köklü bir değişikliğe ma’ruz kalması ve maârif sisteminin bu eserleri anlamaya kifâyet edecek kültürü vermekten çok uzak olmasıdır. Bu kimselerin karşı karşıya kalacakları ikinci ve en az birincisi kadar büyük olan müşkil ise bu edebî eselerin ve bilhassa doğru neşirlerinin oldukça az olmasıdır. Bir edebiyâtı anlamak için evvelâ o edebiyâtın vücuda getirdiği eserlerin okunması gerektiği mecburiyeti düşünülürse, bu müşkilin birincisinden daha büyük ve daha ehemmiyetli olduğuna hükmetmemek pek mümkün değildir. Cumhûriyet öncesi Türk edebiyâtında vücuda gelen eserleri A-) Eski Harflerle Neşredilenler B-)Yeni Harflerle Neşredilenler C-)Hiç Neşredilmeyenler 1-)Doğru Neşredilenler 1-)Doğru Neşredilenler 2-)Hatâlı Neşredilenler 2-)Hatâlı Neşredilenler şeklinde bir tasnife tâbi tutmak mümkündür. Bu eserlerin bir kısmı, tabloda da gösterildiği veçhile harf inkılâbından önce eski harflerle neşredilmişlerdir. Eski harflerle neşredilen eserlerin bir kısmı müellifleri tarafından bizzat neşredildikleri için yâhut ilmî ve derin bir tetkikat neticesinde vücuda getirildikleri için matbaa hatâları dışında bir eksiklik ya da hatâ ihtivâ etmezler. Bu kısma Tanzîmat ve Servet-i Fünun ediplerinin kitapları ve Nedim, Fuzûlî ve Şeyhülislam Yahyâ gibi bazı dîvan şâirlerinin tenkitli bir şekilde neşredilen dîvanları örnek olarak verilebilir. Ancak neşredilen bu eserlerin bir kısmı ise devrin imkanlarının kifâyetsizliği nisbetinde birçok hatâ ile doludur. Cumhûriyet öncesi Türk edebiyâtı dâhilinde vücûda gelen eserlerin bir kısmının ise yeni harflerle baskıları yapılmıştır. Ancak tıpkı eski harflerle basılan eserler gibi bunların da bir kısmı doğru neşredilmiş olmakla berâber büyük bir kısmı hatâlar ile lebâlep dolu bir vaziyettedir. Son olarak bu devir eserlerinin bir kısmı ise hatâlı veya doğru hiçbir şekilde neşredilmemiştir ki bunların arasında Türk târihi ve edebiyâtının ehemmiyeti hâiz eserleri de mevcuttur. Eserler hakkındaki bu üçlü tasnif dikkatlice incelenirse bir eserin eski veya yeni harflerle hiç neşredilmemesinin, o eserin başına gelebilecek en büyük felâket olduğu herkes tarafından teslim edilir. En az bunun kadar kötü olan bir şey de yeni harflerle hatâlı bir şekilde neşredilen eserlerdir. Zîrâ eski harflerle neşredilen eserlerdeki hatâlar daha çok yazma eserlerin eksik tetkikinden kaynaklanan hatâlardır ki bunlar daha çok neşredilen eserin eksik bir şekilde basılmasına sebep olur. Yeni harflerle neşredilen eserler ise daha çok ifâdelerin yanlış okunması gibi büyük hatâlar ile dolu olup bazen bu hatâlar neşredilen eserdeki şiirin veya cümlenin anlaşılamaması neticesini tevlit eder ki bu vaziyet elbette eski harflerle basılmış kitaplardaki hatâlardan daha kötüdür. Bir doçent doktorun hazırladığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından tarafından 1987 senesinde neşredilen “Ziyâ Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebi Şahsiyeti ve Bütün Şiirleri” isimli kitap, bu okuma yanlışlarının nasıl bir raddeye vardığını göstermesi bakımından hayli mühim olup bu tenkîdî yazının yazılmasına da sâik olmuştur. * Tanzîmat edebiyâtının ve Türk düşünce târihinin mühim simâlarından birisi olan Ziyâ Paşa, […]
Gazete ve mecmua kültürünün Türkiye’de yerleşmesi, Tanzîmat devrinde Avrupa’ya gidip daha sonra memlekete geri dönen bazı münevverlerin husûsî gayretleri sâyesinde olmuştur. Tanzîmat devrinden önce Sultan İkinci Mahmud devrinde, devlet tarafından Takvîm-i Vekâyi’ isminde bir gazete neşredilmeye başlanmış olsa bile bu gazete tam ma’nâsıyla bir gazete olmayıp resmî kararların ve mühim hâdiselerin münderiç olduğu bir gazete mâhiyetindeydi ki bugün de kânunların ve idârenin düzenleyici muâmelelerinin intişar ettiği Resmî Gazete bu gazetenin devâmıdır. Türkiye’de neşredilen ilk husûsî gazete ise Türk Edebiyâtı derslerinden de birçok kişinin ma’lumu olduğu veçhile İbrâhim Şinâsî Efendi tarafından 1861 yılında İstanbul’da neşredilmeye başlanan Tercümân-ı Ahvâl gazetesidir. Tercümân-ı Ahvâl gazetesinin intişârını ise birçok husûsî gazete ve mecmua ta’kip etmiştir. Bu gazete ve mecmualarda tabîî olarak sâdece dâhilî ve hâricî havâdis münderiç olmayıp devrin mühim ve kıymetli ediplerinin makâleleri de intişar etmiştir ki bu isimlerin ekseriyeti Türk düşünce târihinin mühim simâlarıdır. Gazete ve mecmua, Osmanlı cemiyetine Garbî Avrupa memleketlerine nazaran geç girmiş olsa bile kısa bir müddet içerisinde cemiyet hayâtının olmazsa olması hükmüne girdi ve Türk düşünce hayâtının inkişaf etmesinde mühim hizmetlerde bulundu. Gazete ve mecmua, münevverler ve okur-yazar kimseler arasında öyle revaçta idi ki herhangi bir mecmuada çıkan bir makâle bu kimseler arasında şiddetli münâkaşalara sebep olabilirdi. Meselâ Recâîzâde Mahmud Ekrem ile Muallim Nâcî arasında cereyan eden münâkaşalar buna örnek olarak verilebilir. Yine aynı şekilde Servet-i Fünun mecmuası etrafında hâlenen edebiyatçıların Türk edebiyâtı içinde yeni bir merhale teşkil etmeleri de gazete ve mecmuanın cemiyet içindeki ehemmiyetini güzel bir şekilde gösterir. Gazete ve mecmua, Osmanlı Devleti yıkılıp Cumhûriyet teessüs ettikten sonra da kıymet ve ehemmiyetini muhâfazaya devam etmiştir. Bu devirde çeşitli gazete ve mecmualarda yazan Peyâmi Safâ, Refî’ Cevad Ulunay, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler, cumhûriyet devri matbûat hayâtının mühim simâlarıdır. Fakat cumhûriyet devrindeki gazete ve mecmuaların muhteviyâtı, kültür kısırlaşmasına muvâzî olarak Osmanlı gazete ve mecmualarına nazaran daha renksiz ve basittir. Ancak her şeye rağmen Bâb-ı Âlî’deki gazete ve mecmualar uzun müddet kıymet ve ehemmiyetlerini muhâfaza etmişlerdir. Son yirmi yirmi beş yıl içerisinde ise internetin inkişâfına muvâzî olarak gazeteler eski kıymet ve ehemmiyetlerini kaybetmişler ve yazı yazan kimselerin ekseriyetle câhil kimselerden oluşması sebebiyle de üzerleri yazılı ancak içi boş kağıtlar hâline gelmişlerdir. Bugün birçok kimse önceden gazetelerde neşredilen fikrî ve diğer yazıları internet üzerinde neşretmektedir. Bu yüzden artık gazete ve mecmuaların yerini internet siteleri almıştır. * İlim ve irfan yolunun genç yolcuları olan bizler, muhtelif vakitlerde yazdığımız ve tecrübe mâhiyetinde olan yazılarımızı neşredememenin ıztırâbı içinde idik. Zîrâ bir hakîkattir ki yazı yazan bir kimse, yazdığı yazı ister bir sayfa isterse birkaç cilt hacminde olsun onu bir yerde neşretmek ve insanlara ulaştırmak ister. Biz de aynı şekilde, yazdığımız yazıları insanlara ulaştırmak istemekteydik. Ancak fikrî ve edebî yazılar neşreden meşhur sitelerin kâhir ekseriyetinde, yazı neşretmek kolay olmadığı gibi bu sitelerin birçoğunun idârecileri de şöhretin verdiği i’timat sâyesinde midir bilinmez bazen gönderilen yazıya aylarca cevap bile vermemektedirler. İşte bu ve daha saymadığımız birçok sebep, bizi “Gökkubbemiz” ismini verdiğimiz bu siteyi kurmaya ve yazılarımızı burada neşretmeye zorlamıştır. Sitemizin ismini “Gökkubbemiz” olarak tercih etmemizin elbette bir sebebi vardır. Hakîkaten büyük Türk […]