İnsanoğlunu, her kelimesi sırlarla dolu ve halledilmesi müşkil bir muammâ gibi olan bu dünyâya geldiği ilk zamanlarda en çok korkutan şey, hiç şüphe yok ki tabîî hâdiseler olmuştu. Hakîkaten bir zelzele ile arzın şiddetli bir şekilde sallanması, tepesi dumanlarla çevrili bir yanardağın indifa’ ederek etrafına ateşler saçması, yağmurların kesreti sebebiyle coşan nehirlerin ve denizlerin köyleri bir çöp parçası gibi sürüklemesi, iptidâî şartlar içinde hayâtını idâme etmeye çalışan insan için dehşet verici hâdiselerdi. Zîrâ o zamanın neredeyse mutlak bir cehâlet içerisinde yaşayan insanı, karşı karşıya kaldığı bu hâdiselere kendisini tatmin edecek bir ma’nâ veremez, bazen o müthiş hâdiseleri Tanrı olarak kabul eder, bazen de fenâ hareketleriyle zihnindeki mevhum Tanrı’yı kızdırdığı için onun kendisini cezâlandırdığı şeklinde tefsir ederdi. İşte bu bilinmezlik ve müphemlik, hemen hemen bilmediği her şeyden korkan insanoğlunun asırlarca bu tabîî hâdiseler karşısında dehşetle titremesine sebep olmuştu. Ancak asırlar geçmiş, şâirin “Doymaz beşer dedikleri kuş i’tilâlara…” mısraıyla ta’rif ettiği insanoğlu, her gün yeni bir hakîkate daha muttali’ olmuş ve artık bir zaman gelmiş ki bir vakitler iptidâî bir şekilde mağaralarda yaşayan o insan, vâsıl olduğu ilmî ve teknik terakkî ile semâyı delen binâlarında zelzelelerden, sellerden, hülâsa neredeyse her türlü tabîî âfetten emin bir şekilde yaşar hâle gelmiştir. Ancak buna rağmen tabîî hâdiseler karşısındaki korkusundan tam ma’nâsıyla kurtulmuş değildir. Zîrâ insanoğlu bu ilmî ve teknik terakkî şarabından müsâvî bir şekilde içmemiştir. Bu yüzden bir kısmı, bu şarabın verdiği mahmurluk ile hemen hemen korkusuz bir şekilde hayâtına devam ederken, bir kısmı da ondan bir yudum bile nasiplenmediği için tabîî hâdiseler karşısında asırlar evvel yaşayan ataları gibi dehşetle titremeye devam etmektedir. İlâveten bu hâdiselerin bazen terakkî şarabının mahmurlarını bile uyandıracak kadar dehşetli olması da insanoğlunun korkusunun tam ma’nâsıyla zâil olamamasına sebep olmaktadır. Bu yüzden de eskilerin cüz’-i lâ-yetecezzâ dedikleri atomu parçalayacak kadar ilmî ve teknik ma’lumâta sâhip olan beşer, bazen şiddetli bir zelzele karşısında asırlarca evvel yaşayan ecdâdı gibi dehşetle titremektedir. * İnsanoğlunu dehşetle titreten ve onu ta’rif edilmez bir ölüm korkusu ile kuşatan tabîî hâdiseler, bir zamanlar bugünkü vatanımızın üzerinde yaşayan atalarımızın da korkulu rü’yâsı olmuştu. Bütün tabîî hâdiseler arasından vatan toprakları üzerinde en çok tesâdüf edileni ve nice kimsenin ölümüne, yaralanmasına sebep olanı ise, gâlibâ zelzele olarak isimlendirilen ve bugün deprem dediğimiz korkutucu hâdise idi. Hakîkaten vatanımızın hemen hemen her şehri, bugün olduğu gibi o vakitler de zaman zaman zelzelelerle sallanır ve bu zelzelelerin maalesef bazıları da nice hâneyi, mi’mâri âbideyi hâk ile yeksân eder; insanların gözlerinden sakındıkları, öpmekten çekindikleri sevdiklerinin üzerlerine binalar çöker; cemiyetin rûhunda onulmaz yaralar açılırdı. Meselâ İstanbul’da 1509 senesinde yaşanan ve dehşeti sebebiyle kıyâmet-i suğrâ yani küçük kıyâmet olarak isimlendirilen müthiş zelzele, Fâtih Câmii gibi o devir için yeni sayılabilecek nice âbideye zarar vermiş, İstanbul’un yeni sâkinlerine korkulu günler yaşatmıştı. Yine 1766 senesinde İstanbul’da yaşanan büyük zelzele ve muhtelif târihlerde memleketin çeşitli şehirlerinde yaşanan başka zelzeleler, vatanın o zamanki sâkinlerinin günlerini kâbusa çeviren hâdiselerdendi. Dedelerimiz, kıymetli hukuk târihçimiz Ekrem Buğra Ekinci’nin bir makâlesinde belirttiği gibi, bu zelzelelerden muhâfazanın çâresini, kolay yanan ancak kolay yıkılmayan ahşaptan evler yapmakta bulmuşlardı. Anlaşılan o zamânın insanları, dehşetinin büyüklüğüne rağmen […]
Âzerbaycan’ımızın işgâl altındaki topraklarını kurtarması, 10 Aralık günü Âzâdlık Meydanı’ndaki muhteşem bir merâsimle kutlandı. Âzerbaycan’a savaşın başından beri her sâhada destek veren Türkiye de bu desteğinin nişânesi olarak merâsimde reisicumhur Erdoğan ve 2. Komando Tugayı’na bağlı askerlerle temsil edildi. Merâsim boyunca Erdoğan ve Aliyev’in konuşmalarını, savaşta kahramanlık gösteren askerlerin geçişini, Ermenistan ordusundan ganîmet olarak ele geçirilen ve Azerbaycan ordusunun sâhip olduğu modern teçhîzatların sergilenmesini izledik. Zaman ilerledikçe merâsimi izlemek için toplanan halk, kendilerine ayrılan kısmı yer yer aşarak kendilerini heyecan selinin kollarına bıraktılar. Şüphesiz bu manzara, Türk olma şuuruna erenlerin gurunu okşayacak heybetteydi. Reisicumhur Erdoğan, konuşmasını yaparken bir şiir de okudu: “Aras’ı ayırdılar Kum ile doldurdular; Ben senden ayrılmazdım Zor ile ayırdılar, Ay Lâçin, can Lâçin, Men sene kurban Lâçin” Bâzı matbûat ve neşir organlarında bu şiirin Bahtiyar Vahapzade’ye ait “Topraktan Pay Olmaz” şiirinin bir parçası olduğu iddiâ edildi. Bâzılarında ise Aras türküsü olduğu yazıldı. Hakîkatte ise şiir ne Vahapzade’ye aitti ne de yazıya geçirilmiş böyle bir türkü vardı. Şiirin ilk dört mısraı bir bayatıdır*. Son iki mısra ise bir Azerbaycan türküsünün kavuştak kısmıdır. Erdoğan konuşmasının seyri içerisinde bu iki şiir parçasını birleştirerek kullanmıştır. Bilgisizlikten mi yoksa umursamazlıktan mı bilinmez ama matbûatımızın böyle fâhiş bir hatâya düşmesi tam ma’nâsıyla bir rezâlettir. Merâsim vesîlesiyle bâzı enteresan hâdiseler de cereyan etti. Merâsimden bir gün sonra Îran Hâriciye Vekili Cevad Zarif Twitter üzerinden Erdoğan’ı tenkit eden bir mesaj paylaştı. Zarif mesajında “Kimse Erdoğan’a, Bakü’de yanlışlıkla okuduğu şiirin, Aras Nehri’nin kuzey bölgelerinin İran’ın ana topraklarından zorla ayrılmasıyla ilgili olduğunu söylememiş” ifâdelerini kullandı. Zarif sözlerini “Acabâ bu şiirle Âzerbaycan Cumhûriyeti’nin hâkimiyetine zarar verdiğini bilmiyor muydu? Kimse sevgili Âzerbaycanımız hakkında konuşamaz” diye sürdürdü. Ancak bu mesajı Türk ve Îran umûmî efkârı tarafından anlaşılamadı. Îran tarafı, Türkiye’nin Îran toprakları üzerinde gözü olduğu şeklinde hülâsa edilebilecek bir tezvîrâta girişirken Türk tarafı da Türkiye’nin milletlerarası câmiada Îran’ı destekleyen az sayıdaki ülkelerden biri olduğunu ve Îran’ın tavrının anlaşılmaz olduğunu vurgulayan umûmî bir açıklamayla iktifâ etti. Bu yanlış anlamalar silsilesinin kıvılcımını yakan Zarif’in mesajı hakîkatte neye işâret ediyordu? Bunu anlamak için Âzerbaycan târihi hakkında umûmî bir bilgiye sâhip olmak kâfidir. “Azerbaycan’ın kaderini belirleyen devletlerin başında Rusya gelmektedir. Rus İmparatorluğu, 1813 yılında İran’la Gülistan, 1828’de ise Türkmençay Anlaşmaları imzalanır. Bu anlaşmalar Azerbaycan topraklarını ikiye böler; Kuzey ve Güney. Aras nehri iki Azerbaycan arasında sınır olarak belirlenir.”(1) İktibastan anlaşılacağı üzere Zarif, Erdoğan’ın okuduğu mısraların yazılma sebebine işâret ediyordu. O mısralar, Aras Nehri’nin kuzeyinde kalan toprakların Rus işgâli altına girmesi üzerine yazılmıştı ve Zarif’in mesajında belirttiği gibi Kuzey Âzerbaycan’ın Îran’ın ana topraklarından ayrılmasına atıf yapıyordu. Târihî arka plan bilindiğinde mezkûr şiirin merâsimde okunması abesle iştigâldir. İlâveten Âzerbaycan’ın Îran’ın parçası olduğunu zımnen ifâde etmiş olur ki bu da yine Zarif’in mesajında belirttiği üzere Âzerbaycan Cumhûriyeti’nin hâkimiyetine zarar vermiştir. Elbette bu düşünceler mevcut Îran devletini, Kaçar Hânedanlığı tarafından idâre edilen Îran devletinin mi’rasçısı olarak kabul ettiğimiz takdirde doğrudur. Bizce Zarif’in noktainazarı hakîkatleri çarpıtmaktadır. Bir defa 1040’taki Dandanakan Savaşı’ndan i’tibâren Türkler Îran’ın büyük kısmını ele geçirdiler. Bu hâkimiyetlerini iki asırlık Moğol hâkimiyeti hâriç 1923’e kadar sürdürdüler. Türkler, Îran üzerinde Mısır’daki misalden farklı […]
Eski sarayları, câmileri, medreseleri, türbeleri, sebilleri, çeşmeleri, sokakları, o sokakların içerisinde saklanan ahşap köşkleri ve her birisinin hâiz olduğu târihî hâtıralar ile bir açık hava müzesinden farksız olan İstanbul’un bazı köşeleri, benim için husûsî bir ma’nâ ifâde eder. Sâhip oldukları husûsî ma’nâ sebebiyle İstanbul’un bu köşelerini ne zaman ziyâret etsem oradan ta’rifi mümkün olmayan ve daha çok kendisini benzersiz bir iç huzûru olarak gösteren hisler ile ayrılırım. Şeyh Gâlib’in post-nişîni olduğu ve semt-i hâmûşânında (Semt-i hâmûşan suskunlar semti demek olup eskiden mezarlıkların bir ismi de bu Fârisî terkip idi.) derin bir sükûta daldığı Galata Mevlevihânesi, İstanbul ahâlisi ile berâber pâdişahlara da ma’nevî mürşidlik yapan büyük gönül ve îman adamı Azîz Mahmud Hüdâyî Efendi’nin Üsküdar sırtlarındaki tekkesi, Vefâ’daki meşhur bozacı, benim için husûsî ma’nâ ifâde eden yerlerin başında gelir. Beni bu dünyâdan alıp başka âlemlere götüren bir diğer mekan da Üsküdar’daki Karacaahmet Mezarlığı’dır. İstanbul’un en eski kabristanlarından birisi olan bu mezarlık, milâdî on dördüncü asırdan beri Bektâşi dervişi Karaca Ahmet Sultan’ın etrafında hâlelenen Müslüman mezarlarıyla bir ağacın kökleri gibi etrafa dal budak salarak büyümüş ve Üsküdar içinde ma’nevî bir âlem teşkil etmiştir. Eski devir insanlarının kavuklu ve san’atlı büyük mezar taşlarıyla günümüzün çirkin mezar taşlarını ihtivâ eden bu uzun serviler diyârı, âdetâ mâzî ile hâlin berâber yaşadığı bir ruhlar iklimidir. İlâveten hudutları dâhilinde büyük şâirler, hattatlar, âlimler ve paşaların medfun olması da hiç şüphe yok ki onun târîhî kıymetini bir kat daha arttırmaktadır. * Semâsını uzun servilerin, zeminini ise san’atlı mezar taşlarının doldurduğu bu mezarlığa ilk def’a 2018 senesinin Mart ayında dedemin vefâtı münâsebetiyle gelmiş ve ölümün verdiği gam ve kederin te’siriye içinden hızlı adımlarla yürümüş gitmiştim. Ancak daha sonra aynı senenin temmuz ayında şuurlu bir şekilde tekrar bu ruhlar iklimini ziyâret ettim. Buraya, eski edebiyâtımızın büyük şâirleri Nedim ve Nâbî’nin mezarlarını ziyâret etmek maksadıyla gelmiştim. Kısa bir çaba neticesinde yeni okumaya başladığım eski edebiyâtımızın bu dev isimlerinin kabirlerini buldum ve ziyâret ettim. Takribî yarım saat devam eden bu ziyâretten sonra mezarlıktan ayrılırken benzersiz bir iç huzûru şeklinde kendini gösteren hisler, toprağa düşen tohumlar misâli kalbinim derinliklerine doğru çoktan düşmüşlerdi. Üç ay sonra İstanbul’a hukuk tahsili için geri geldiğimde ise bu hisler kalbimin derinliklerinde neşv ü nemâ bulmuş ve beni Karacaahmet Mezarlığı’nı, o benzersiz ruhlar iklimini ziyâret etmem için karşı koyulması güç bir tazyik ile icbar etmeye başlamışlardı. Ben de çâresiz ve bu çâresizliğimden memnun bir şekilde bu zorlamalara boyun eğerek bu ruhlar ikliminin yolunu tuttum. Ancak bu sefer burada medfun olduğunu öğrendiğim bir diğer meşhur dîvan şâiri Vâsıf-ı Enderûnî’nin kabrini bulmak istiyordum. Mezarlığın, birisi hem-şehrim olan, emniyetinden mes’ul iki vazifeli şahsın himmeti sâyesinde çökmüş mezarlar, kırılmış kitâbeler ve dar yolların arasından geçerek kitâbesi “Mîr Vâsıf dem-i fevtinden olunca âgâh” mısraı ile başlayan Vâsıf’ın mezarını bulmuştuk. Daha yaşarken bile “Yârân n’ola bilmez ise şimdi kıymetinBir vakt olur ki Vâsıf’î dîvânı andırır” diyerek kıymetinin bilinmediğinden şikâyet eden bu rind-meşreb ve eski şiirin kumaşına mahallî zevkleri nakşeden şâirin mezar taşı yerinden sökülmüş ve bir ağaca istinat ettirilerek günümüzün şekilsiz ve kaba mezarlarına malzeme olmak tehlikesi ile karşı karşıya bırakılmıştı. Bu manzarayı gördükten sonra o […]
Senin ismini ilk def’a, bundan üç sene evvel, 2017 senesinin yeryüzüne sıcaklık, tâzelik ve neş’e bahşeden, genç ve şuh gönüllerde ise eğlence aşkının filizlenmesine sepep olan bahar mevsiminde duymuştum. Bir anadolu lisesinde, üçüncü sınıfın ikinci devresini ikmal etmek üzere olan bir talebe idim. Talebesi olduğum lise, maatteessüf mektep kelimesinin ihtivâ ettiği ma’nâ ve ruhtan tamâmen uzak, genç dimağlara ilim ve irfan aşılayacağı yerde onları cehâlet ve taassup ile doldurup körelten bir yerdi. Korkunç ve kesif bir cehâletin cismimi ve rûhumu ihâta ettiği bu lisede, belki de te’sis edildiği günden beri hiç görmediği ve bir daha da göremeyecği kadar ilim, irfan ve fazilet âbidesi olan kıymetli bir arkadaşım ile muhtelif târihî mevzularda ettiğimiz sohbetler, bu uğursuz yeri benim için tahammül edilebilir kılan yegâne şeydi. On beş dakikayi tecâvüz etmeyen kısa teneffüslerde arkadaşım ile ettiğim bu sohbetler, suyun altında boğulmak üzere olan bir bî-çârenin muhtelif aralıklarla su üzerine çıkıp da nefes almasından farksızdı. Lisân inkılâbı ve uydurma kelimeler üzerine konuştuğumuz bir gün, arkadaşımın elinde bir kitap görmüştüm. Bu kitap, hem ismi hem de müellifinin kapağın üzerinde olan resmi ile bu gayr-i ciddî ve gayr-i ilmî liseye yakışmayacak kadar ilmî ve ciddî duruyordu. Bu kitap, senin uzun yıllar boyunca devam etmiş ilmî mesâinin kıymetli bir mahsulü olan “Türkçe’nin Sırları” isimli kitabındı. Kıymetli refikimin senin bu kitabının içinden okuduğu kısımlara, etrafımı ihâtâ etmiş olan cehâlet dumanının te’siriyle midir bilinmez, iştirak etmedim ve kemâl-i hicab ile söylerim ki iştirak etmediğim gibi aynı zamanda hafife aldım. Refikim, şahsiyetinin ve sâhip olduğu ilmin vakârına muvâfık bir şekilde ısrar etmedi ve sükût etti. Senin ismini ikinci def’a ise üniversite imtihânına hazırlanan bir lise dördüncü sınıf talebesi iken bir edebiyat dersinde duymuştum. Edebiyat hocamız, önündeki kalın kitaptan Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı’nın nesir yazarlarını anlatıyordu. Sıra talebelerin çok fazla duymadığı -belki de hiç duymadığı- senin ismine gelmişti. Kitapta, isminin yanında uzaklara, muhtemelen istikbalin münevver, idrak ve şuur sâhibi Türk gençlerine bakan siyah-beyaz bir fotoğrafın vardı. İsminin altında ise kısaca “Resimli Türk Edebiyatı isminde bir edebiyat tarihi kitabı vardır.” yazmaktaydı. Edebiyat hocamız, kitaptaki bu soğuk ve ruhsuz cümleyi söyledi ve diğer isme geçti. Senin kim olduğundan, ne yazdığından, neyi anlatmak istediğinden, Türk edebiyatına olan hizmetlerinden bahsetmedi ancak böyle davranmakta ma’zurdu. Zira sakim ve sakat maârif sistemimizin, talebeleri bir üniversite kazanmak için girmelerini mecbur tuttuğu imtihan bunları istemiyordu. Kuru ve ruhsuz bir şekilde imtihanlarda çokça sorulan edebî eserlerin isimlerini ve muharrirleri ile kabaca bir şekilde muhtevâlarını bilmek, edebiyat suallerini doğru cevaplamak için kâfiydi. Bu müessif ve can sıkıcı hâdisenin yaşandığı târihin üzerinden altı ay geçmişti. Cehâlet ve taassubun genç dimağları kurban ettiği bu salhâneden kurtulmuş ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin târihi binâsı içinde birinci sınıf talebesi olarak hukuk tahsiline başlamıştım. Fakülteye intibak etmeye çalıştığım günlerden birinde, meşhur ve târihî Sahaflar Çarşısı’ndaki bir kitapçıdan, senin daha önce i’tiraz ettiğim “Türkçe’nin Sırları” isimli kitabını satın alıp okumaya başladım. Sayfaları çevirdikçe verdiğin ma’lumâta, iddiâ ve hükümlerinin isâbetine ve üslûbunun selâsetine hayrân oluyor ve bir buçuk sene evvelki dediklerime nedâmetle tevbe ediyordum. Şâheser mâhiyetinde olan bu kitâbında, Türkçemize yapılan ihâneti tam bir vukufla anlattığın gibi verdiğin […]
Türkiye’de içinde bulunduğumuz zamanda doğmuş ve büyümüş her hangi bir kimsenin, cumhûriyet öncesi Türk edebiyâtı’nı tetkik etmek istemesi hâlinde karşı karşıya kalacağı bazı müşkiller vardır. Bu müşkillerin ilki ve belki de en büyüğü ve aşılması en güç olanı, o eserlerde kullanılan üslup ve Türkçe’nin günümüz Türkçesinden çok daha farklı olmasıdır. Hiç şüphe yok ki bu müşkilin ortaya çıkmasına sebep olan en büyük iki âmil, Tanzîmat’tan beri tabîî bir şekilde ve yavaş yavaş sâdeleşen Türkçe’nin Dil Devrimi ismi verilen ma’hud hareket ile köklü bir değişikliğe ma’ruz kalması ve maârif sisteminin bu eserleri anlamaya kifâyet edecek kültürü vermekten çok uzak olmasıdır. Bu kimselerin karşı karşıya kalacakları ikinci ve en az birincisi kadar büyük olan müşkil ise bu edebî eselerin ve bilhassa doğru neşirlerinin oldukça az olmasıdır. Bir edebiyâtı anlamak için evvelâ o edebiyâtın vücuda getirdiği eserlerin okunması gerektiği mecburiyeti düşünülürse, bu müşkilin birincisinden daha büyük ve daha ehemmiyetli olduğuna hükmetmemek pek mümkün değildir. Cumhûriyet öncesi Türk edebiyâtında vücuda gelen eserleri A-) Eski Harflerle Neşredilenler B-)Yeni Harflerle Neşredilenler C-)Hiç Neşredilmeyenler 1-)Doğru Neşredilenler 1-)Doğru Neşredilenler 2-)Hatâlı Neşredilenler 2-)Hatâlı Neşredilenler şeklinde bir tasnife tâbi tutmak mümkündür. Bu eserlerin bir kısmı, tabloda da gösterildiği veçhile harf inkılâbından önce eski harflerle neşredilmişlerdir. Eski harflerle neşredilen eserlerin bir kısmı müellifleri tarafından bizzat neşredildikleri için yâhut ilmî ve derin bir tetkikat neticesinde vücuda getirildikleri için matbaa hatâları dışında bir eksiklik ya da hatâ ihtivâ etmezler. Bu kısma Tanzîmat ve Servet-i Fünun ediplerinin kitapları ve Nedim, Fuzûlî ve Şeyhülislam Yahyâ gibi bazı dîvan şâirlerinin tenkitli bir şekilde neşredilen dîvanları örnek olarak verilebilir. Ancak neşredilen bu eserlerin bir kısmı ise devrin imkanlarının kifâyetsizliği nisbetinde birçok hatâ ile doludur. Cumhûriyet öncesi Türk edebiyâtı dâhilinde vücûda gelen eserlerin bir kısmının ise yeni harflerle baskıları yapılmıştır. Ancak tıpkı eski harflerle basılan eserler gibi bunların da bir kısmı doğru neşredilmiş olmakla berâber büyük bir kısmı hatâlar ile lebâlep dolu bir vaziyettedir. Son olarak bu devir eserlerinin bir kısmı ise hatâlı veya doğru hiçbir şekilde neşredilmemiştir ki bunların arasında Türk târihi ve edebiyâtının ehemmiyeti hâiz eserleri de mevcuttur. Eserler hakkındaki bu üçlü tasnif dikkatlice incelenirse bir eserin eski veya yeni harflerle hiç neşredilmemesinin, o eserin başına gelebilecek en büyük felâket olduğu herkes tarafından teslim edilir. En az bunun kadar kötü olan bir şey de yeni harflerle hatâlı bir şekilde neşredilen eserlerdir. Zîrâ eski harflerle neşredilen eserlerdeki hatâlar daha çok yazma eserlerin eksik tetkikinden kaynaklanan hatâlardır ki bunlar daha çok neşredilen eserin eksik bir şekilde basılmasına sebep olur. Yeni harflerle neşredilen eserler ise daha çok ifâdelerin yanlış okunması gibi büyük hatâlar ile dolu olup bazen bu hatâlar neşredilen eserdeki şiirin veya cümlenin anlaşılamaması neticesini tevlit eder ki bu vaziyet elbette eski harflerle basılmış kitaplardaki hatâlardan daha kötüdür. Bir doçent doktorun hazırladığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından tarafından 1987 senesinde neşredilen “Ziyâ Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebi Şahsiyeti ve Bütün Şiirleri” isimli kitap, bu okuma yanlışlarının nasıl bir raddeye vardığını göstermesi bakımından hayli mühim olup bu tenkîdî yazının yazılmasına da sâik olmuştur. * Tanzîmat edebiyâtının ve Türk düşünce târihinin mühim simâlarından birisi olan Ziyâ Paşa, […]
Giriş Ülkemizde Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine yapılan münâkaşalar bitmek bilmez ancak bu münâkaşaların kâhir ekseriyeti inanç, ideoloji ve basmakalıp ifâdelerin dar sığlığından bir türlü kurtulamaz. Esâsen bu münâkaşalar imparatorluk henüz hayatta iken dahi vardı. Tanzîmat devri münevverleri imparatorluk için çeşitli kurtuluş reçeteleri sunuyorlardı ancak belki onların bile dile getirmekten çekindiği hakîkat Osmanlı İmparatorluğu’nun ıslâhatlara rağmen modern devletler sistemi içerisinde hayatta kalmasının mümkün olmadığıdır. Netîcede imparatorluk kısa bir süre sonra yıkıldı ve devlet normal şartlarda yapılamayacak inkılâplar silsilesiyle bugünkü modern halini aldı. Dünya siyâsî tarihi incelediğinde devletin istihâlesi ve modern Türkiye’nin kuruluşu epey geç bir zamana rastlar. Yazıda bahse mevzû edilecek XIV. Louis’in Fransa’sı 17. yy’ın ortalarından îtibâren modernleşirken Büyük Petro’nun Rusya’sı da 18. yy’ın başında aynı vetîreyi yaşamıştı. Buradan hareketle 17. yy’ın ortalarından günümüze seçilen devletlerin değişim ve modernleşme hareketleri kıyaslamalı olarak ele alınacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş ve Atatürk inkılâpları bu minvalde incelenecek, günümüzün kısa bir tahlili yapılacaktır. Fransa Fransa’da IV. Henri (1589-1610) uzun ve yıkıcı dînî iç savaşlardan sonra monarşinin otoritesini sağladı. Devlet resmen Katolik kalmakla birlikte, Fransa’nın millî menfaatleri Papalığın menfaatlerinden hep ayrı düşünülmüştür. XIII. Louis’in saltanatı sırasında (1610-1643) kralın başvekili ve Kilise’nin kardinali olan Richelieu, orduyu merkezî otoriteyi kabul etmeyen kale ve şehirleri ortadan kaldırmada muvaffak olacak şekilde kullandı. Böylece, monarşi otoritesi Fransa’nın hemen hemen her yerinde ilk kez tam olarak sağlandı ve Fransız tipi mutlakıyetçi monarşi, Avrupa’nın modern hükûmet şekli olarak, muvaffakiyet kazandı; öteki devletlerce taklit edilecek bir model oldu. XIV. Louis devrinde (1643-1715) ise daha radikal değişiklikler yaşandı. XIV. Louis ortaçağa ait eski feodal serbestiyetlerin ülkeye karışıklıktan başka bir şey getirmeyeceğini anladı. Daha Westphalia Barışı(1648) sırasında toprağa bağlı soylular, Kral Naibi Mazarin’e karşı ayaklanmışlar, bir ara Paris’te kontrolü ele geçirmişler, Meclis’in (Etats-Genereaux) toplanmasını isteyerek, Fransa ile savaşmakta olan İspanya ordusunu dâvet etmişlerdi. 16. asrın din savaşları ve 1648 ayaklanmaları, Fransız halkına, toprak aristokrasisinin üstünlük iddialarına karşı kralın güçlü idâresini tercih etmeleri gerektiğini gösterdi. Bu şartlar altında, “devlet benim” diyecek kadar ileri gidecek olan XIV. Louis, sınıflar ve dinlerle bölünmüş bulunan Fransa’da bütünleştirici gücün millî monarşinin mutlakıyetçiliği olduğunu anlamıştır. XIV. Louis merkeziyetçi otoriteyi sağladıktan sonra orduya çekidüzen verdi. Daha önce ordu, bir cins “husûsî teşebbüs” gibiydi. Para ya da çeşitli siyasî gâyelerle istedikleri hükûmete hizmet eder vaziyetteydiler. Nitekim 1648 ayaklanmalarında soyluların yanında yer almışlardı. Dolayısıyla, bu askerlerin yaptıkları savaşlar devletin bir fiili değildi ve sık sık gâyesiz çapulcular mücâdelesine dönüşüyordu. XIV. Louis’nin bu sâhadaki en mühim muvaffakiyeti, savaşı devletin bir fiili şekline sokmasıdır. Bunun için Fransa’da her askerin yalnız kendisi için savaşmasını sağladı. Kendisi en tepede olmak üzere, tam bir askerî hiyerarşi, emir-komuta zinciri kurarak,askerlere tek tip üniforma giydirdi, sürekli oturacakları barakalar kurdurdu. Kısaca, orduyu tam bir disiplin ve kontrol altına aldı. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ordunun hâlâ belirli bir hânedana (Bourbon) bağlı kılınmasıdır. 19. ve 20. asırların “vatandaş-ordu” ya da “millet-ordu” anlayışı, ancak 1789 Büyük Fransız İhtilâli’nden sonra ortaya çıkacaktır. Rusya 18. asırda Büyük Petro (1682-1725) ve II. Katerina’nın (1762-1796) hükümdarlıkları devrinde Rusya’nın hikâyesi, garba doğru genişleme ve Garplılaşma çabalarını anlatır. Her iki monark da, Hollandalı, […]
Gazete ve mecmua kültürünün Türkiye’de yerleşmesi, Tanzîmat devrinde Avrupa’ya gidip daha sonra memlekete geri dönen bazı münevverlerin husûsî gayretleri sâyesinde olmuştur. Tanzîmat devrinden önce Sultan İkinci Mahmud devrinde, devlet tarafından Takvîm-i Vekâyi’ isminde bir gazete neşredilmeye başlanmış olsa bile bu gazete tam ma’nâsıyla bir gazete olmayıp resmî kararların ve mühim hâdiselerin münderiç olduğu bir gazete mâhiyetindeydi ki bugün de kânunların ve idârenin düzenleyici muâmelelerinin intişar ettiği Resmî Gazete bu gazetenin devâmıdır. Türkiye’de neşredilen ilk husûsî gazete ise Türk Edebiyâtı derslerinden de birçok kişinin ma’lumu olduğu veçhile İbrâhim Şinâsî Efendi tarafından 1861 yılında İstanbul’da neşredilmeye başlanan Tercümân-ı Ahvâl gazetesidir. Tercümân-ı Ahvâl gazetesinin intişârını ise birçok husûsî gazete ve mecmua ta’kip etmiştir. Bu gazete ve mecmualarda tabîî olarak sâdece dâhilî ve hâricî havâdis münderiç olmayıp devrin mühim ve kıymetli ediplerinin makâleleri de intişar etmiştir ki bu isimlerin ekseriyeti Türk düşünce târihinin mühim simâlarıdır. Gazete ve mecmua, Osmanlı cemiyetine Garbî Avrupa memleketlerine nazaran geç girmiş olsa bile kısa bir müddet içerisinde cemiyet hayâtının olmazsa olması hükmüne girdi ve Türk düşünce hayâtının inkişaf etmesinde mühim hizmetlerde bulundu. Gazete ve mecmua, münevverler ve okur-yazar kimseler arasında öyle revaçta idi ki herhangi bir mecmuada çıkan bir makâle bu kimseler arasında şiddetli münâkaşalara sebep olabilirdi. Meselâ Recâîzâde Mahmud Ekrem ile Muallim Nâcî arasında cereyan eden münâkaşalar buna örnek olarak verilebilir. Yine aynı şekilde Servet-i Fünun mecmuası etrafında hâlenen edebiyatçıların Türk edebiyâtı içinde yeni bir merhale teşkil etmeleri de gazete ve mecmuanın cemiyet içindeki ehemmiyetini güzel bir şekilde gösterir. Gazete ve mecmua, Osmanlı Devleti yıkılıp Cumhûriyet teessüs ettikten sonra da kıymet ve ehemmiyetini muhâfazaya devam etmiştir. Bu devirde çeşitli gazete ve mecmualarda yazan Peyâmi Safâ, Refî’ Cevad Ulunay, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler, cumhûriyet devri matbûat hayâtının mühim simâlarıdır. Fakat cumhûriyet devrindeki gazete ve mecmuaların muhteviyâtı, kültür kısırlaşmasına muvâzî olarak Osmanlı gazete ve mecmualarına nazaran daha renksiz ve basittir. Ancak her şeye rağmen Bâb-ı Âlî’deki gazete ve mecmualar uzun müddet kıymet ve ehemmiyetlerini muhâfaza etmişlerdir. Son yirmi yirmi beş yıl içerisinde ise internetin inkişâfına muvâzî olarak gazeteler eski kıymet ve ehemmiyetlerini kaybetmişler ve yazı yazan kimselerin ekseriyetle câhil kimselerden oluşması sebebiyle de üzerleri yazılı ancak içi boş kağıtlar hâline gelmişlerdir. Bugün birçok kimse önceden gazetelerde neşredilen fikrî ve diğer yazıları internet üzerinde neşretmektedir. Bu yüzden artık gazete ve mecmuaların yerini internet siteleri almıştır. * İlim ve irfan yolunun genç yolcuları olan bizler, muhtelif vakitlerde yazdığımız ve tecrübe mâhiyetinde olan yazılarımızı neşredememenin ıztırâbı içinde idik. Zîrâ bir hakîkattir ki yazı yazan bir kimse, yazdığı yazı ister bir sayfa isterse birkaç cilt hacminde olsun onu bir yerde neşretmek ve insanlara ulaştırmak ister. Biz de aynı şekilde, yazdığımız yazıları insanlara ulaştırmak istemekteydik. Ancak fikrî ve edebî yazılar neşreden meşhur sitelerin kâhir ekseriyetinde, yazı neşretmek kolay olmadığı gibi bu sitelerin birçoğunun idârecileri de şöhretin verdiği i’timat sâyesinde midir bilinmez bazen gönderilen yazıya aylarca cevap bile vermemektedirler. İşte bu ve daha saymadığımız birçok sebep, bizi “Gökkubbemiz” ismini verdiğimiz bu siteyi kurmaya ve yazılarımızı burada neşretmeye zorlamıştır. Sitemizin ismini “Gökkubbemiz” olarak tercih etmemizin elbette bir sebebi vardır. Hakîkaten büyük Türk […]